Cemaat Cemaat Midir?

Cemaat kelimesi Türkçe sözlüklerde, “Aynı ülküye sahip olan ve/veya ortak tarafı bulunan insanların meydana getirdiği topluluk” diye tarif edilmekte ve fakat bu kelimenin günümüzdeki yaygın anlam/kullanımı (CEMAAT, el-cemaat, the cemaat) “Fethullah Gülen” veya Hizmet” ön adıyla anılan/tanınan ve şimdilerde parça tesirli bomba gibi ülke gündemine düşen “operasyon” vesilesiyle bir kez daha hükümetle kapışan derin hareketi imlemektedir. Hareketin bu son kapışması ilk nazarda “yolsuzluk” gerekçesine dayandırılan bir temiz eller operasyonu gibi takdim edilse de haddi zatında MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye çağırıp siygaya çekme (7 Şubat operasyonu), bu vesileyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı da hizaya getirme teşebbüsüyle patlak veren iktidarı paylaşma/paylaşmama kavgasından sadece bir kesittir. İlerleyen günlerde daha da büyüyecek gibi görünen bu kavgada cemaat, “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” fahvasınca, Başbakan’ın riyasetinde Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin “başına buyruk” icraatlarıyla artık çok olmaya başladığını, bu yüzden de özellikle Başbakan’a yönelik ciddi bir ameliyat ihtiyacı hâsıl olduğunu düşünen uluslararası koalisyonla iş tutmuş görünmektedir. Cemaatin bu pozisyonu, “Varsın memleket yansın, baştan sona altüst olsun, ama geriye kalan -bir gıdım da olsa- sadece bize kalsın” yahut “Küçük olsun, benim olsun” düsturunca amel eden bilindik darbecilerimizle paralellik arz etmektedir.

Cemaati “Türk Protestanlaşması” diye nitelendiren M. Hakan Yavuz’a göre Fethullah Gülen’in önderlik ettiği hareketin gelişiminde üç aşama vardır. 1983’e kadarki ilk aşama Işık Evleri ve dershaneler sürecidir ki bu süreç kadroyu teşkil dönemidir. Bu dönemde cemaat içe kapanık vaziyettedir. İkinci aşama Özal dönemiyle kesişir. Neo-liberal politikaların tatbik mevkiine konulduğu bu dönemde Gülen, liberalizmin aradığı hoca profili olarak kendini göstermiş ve milli/yerli İslam fikrini güncelleyerek devletçi bir rota izlemiştir.

Küresel söylem...

Cemaat 28 Şubat vakasını müteakiben üçüncü aşamaya girmiştir. Gülen’in yurtdışına çıkışının da gerçekleştiği bu dönemde Cemaat küresel bir söylem benimsemiştir. Zira ABD’deki Gülen, Türkiye’deki milliyetçi-devletçi retoriğin yerine dinler-arası diyalog, coğrafî sabitlikteki vatan kavramı yerine birtakım dinî değerler/sembollerle ifade edilen seyyar vatan ve insan hakları gibi kavramlar etrafında yeni bir söylem geliştirmiştir. Böylece küreselleşme konseptine uygun bir İslam üretme sürecine de girilmiştir. Daha açıkçası, 11 Eylül sonrasında ABD “Hangi İslam?” sorusunu sorarken, Gülen ve yakın çevresindeki zevat bu soruya uygun bir İslam, yani ABD merkezli Yahudi lobileri ve neoconların hassasiyetlerini dikkate alan bir İslam arayışına girmiştir.

Gayr-i müslimlere ve kendilerince “müellefe-i kulûb”tan sayılan çevrelere karşı son derece hoşgörülü, açık görüşlü, diyalogcu ve dinî alanda farklı yorumlara pek tahammüllü bir çehreyle arz-ı endam eden, buna mukabil kendi içinde katı kuralcı, farklı meşrepteki Müslümanlara karşı gayet mesafeli bir duruş sergileyen Gülen cemaatinin kök hücrelerinde Sünnîci, millîci, devletçi refleksler de oldukça baskındır. Gerçi bilhassa 28 Şubat vakasından sonra Gülen’in söylemlerinde devletçilik vurgusu hayli azalmıştır, fakat cemaatin fabrika ayarlarında devletçiliğin aslî bir unsur olduğu tartışmasızdır. Devletçilikle birlikte Türk-İslam sentezciliğinin de cemaatin bidayetteki en temel fikrî unsurları arasında yer aldığı kuşkusuzdur.

Dinî alanda ıslah-tecdit karşıtlığıyla da mümeyyiz olan Türk-İslam sentezcisi muhafazakârlar İslamcılıktaki ümmetçilik fikrine karşı Anadolu milliyetçiliğinde hemfikir oldukları gibi mistik ve tasavvufî temalar içeren bir İslam anlayışının benimsenmesi gerektiği noktasında da müttefiktirler. Bunun sebebi, Osmanlı tecrübesinde dinî kültürün tasavvuf ağırlıklı olması, Anadolu ruhunun mistik bir din yarattığına inanılmasıdır. Anadolu mistisizmi Türk telakkisine, Türk hissiyatına en uygun dinî inanç ve anlayış olarak görülmüştür.

AK Parti ile birlikte askerî vesayete karşı verdikleri mücadelede cemaatin özellikle istihbarat temininde önemli rol oynadığı malumdur. Ancak istihbarat konusunda takip edilen yol ve yöntemlerin toplumsal ölçekte ciddi bir kaygı yarattığı da kuşkusuzdur.

Bu zaman ne zamanı?

Cemaat her ne kadar Said Nursi’ye atfen, “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır” düsturunca bildik tasavvuf-tarikat formasyonuna mesafeli gibi dursa da bilhassa müesses tasavvuftaki mürit-mürşit ilişkisinde, mürşitlik makamındaki zatla ilgili kemal vasfının istikametten çok keramet üzerinden tarif ve tasvir edilmesi gibi, cemaatin diğer bütün dinî cemaatler ve hareketlerden faikiyeti de çok kere keramet sınırlarını zorlayan İsrâiliyyât türü menkıbelerle dile getirilmekte ve Hz. Peygamber’in şeref konuğu olarak Türkçe olimpiyatlarına teşrif buyurması, Hz. Hatice’nin Işık Evlerine ziyarette bulunması gibi çağdaş İsrâiliyyât tabandaki saf-temiz insanların cemaate inanç ve sadakat duygularını güçlendiren bir tutkal işlevi görmektedir.

Saîd Nursî’ye ait eserlerin yanı sıra Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu gibi milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr yazarların fikirlerinden bir sentez oluşturan Fethullah Gülen’in 1960’lı yılları izleyen dönemdeki fikir dünyasında da iyi bir Türk-İslam tecrübesi üretme hedefi vardı. Şimdi ne kadar var, doğrusu pek bilmiyorum; ama şunu çok iyi biliyorum ki İslam’ın etnik bir kimlik, Türklüğün ise dinsel bir kimlik gibi algılandığı, diğer taraftan cami ile kışla arasındaki sürtüşmede her zaman kışlanın yanında yer alındığı bir kültür ikliminde yetişen Fethullah Gülen gerek bu kültürün etkisi, gerekse Osmanlı devlet geleneğinden etkilenmesi sebebiyle yıllar yılı “en kötü devlet bile devletsizlikten iyidir” fikrini savundu. Yine Gülen, darbecilerin bidayette kendisi hakkındaki menfi yaklaşımlarına rağmen 1980 darbesine destek verdi ve askerî erkân hakkında da takdirkâr sözler söyledi.

Gülen 28 Şubat sürecinde de asker ve devlet yanlısı tavrını sürdürdü. Bu döneme damgasını vuran insan hakları ihlallerini, anti-demokratik uygulamaları ve baskıları eleştirmek bir yana açıkça bunları mazur göstermeye çalıştı. Ancak bu tutum Gülen ve hareketini 28 Şubat’ın arkasındaki askerî ve bürokratik erkânın gazabından kurtaramadı. Bu süreçte dönemin zinde ve etkin güçleriyle yakın ilişkisi bulunan bazı medya organları Gülen ve cemaatine karşı bir kampanya başlattı. Ruşen Çakır’ın ifadesiyle, TSK’nın post-modern darbesini olabildiğince az zararla atlatmak isteyen Gülen, ilk darbeyi yiyen Refah Partisi ve bazı İslâmî oluşumlarla dayanışma içine girmek yerine kendisinin onlardan tamamen farklı olduğunu vurgulamayı, daha doğrusu vurgulamaya çalışmayı tercih etti; fakat sonunda sıra kendisine ve hareketine de geldi.

Gülen ve cemaati lâik rejimin tehlikede olduğu söylemiyle yürütülen kampanyadan dersini almış göründü ve bu tarihten sonra insan hakları, demokratikleşme ve özgürlükler konusunda samimiyet intibaı uyandıran bir tavır sergilemeye başladı; fakat gerçekte hiçbir liberal, özgürlükçü ve yenilikçi hareket içerisinde yer almadı. Öte yandan, bugüne kadar işbirliğine girdiği her siyasi hareketle, Şiî-Ca’ferî fıkhındaki muta nikâhı kavramını anımsatan bir ilişki kurmayı tercih etti. Tersinden söylersek, cemaat hiçbir siyasi hareketle, “Anca beraber kanca beraber” deyiminde ifadesini bulan bir ilişki kurmayı yeğlemedi. Çünkü cemaat için en önemli şey, her zaman ve zeminde kesintisiz biçimde yola devam etmekti. Bu yüzden de ülke siyasetinde güç ve iktidarı temsil eden her kimse, onun yanındaymış gibi görünmeyi temel prensip edindi. Kâh hedefe giden yolda askeri araçla çarpışmak gibi ciddi bir yol kazasına uğramamak, kâh takiyye konseptiyle çıt çıkarmadan sessiz ve derinden yol kat ederek palazlanmak stratejisiyle reel politiğin tehlikeli sularına girmediği gibi siyaset sahnesinde de pek tebarüz etmedi. Mamafih her dönemde en güçlü siyaset erbabına salt destek sözü mukabilinde, kimi zaman irtica tehditleri listesinin dışında kalmayı becerdi, kimi zaman da AKP döneminde olduğu gibi siyasi iktidar sayesinde elde edilen imkânlardan hep aslan payı istedi. Gerçi tüm isteklerinde murada eremedi, ama bilhassa Emniyet, Yargı, Milli Eğitim ve YÖK gibi birçok önemli kurum bünyesinde, namütenahi isteklerinin hatırı sayılır bir kısmını tahsil etti.

Dinler arasında yenilikçi

Bâlâda zikri geçtiği üzere, cemaat bilhassa dinî alanda gelenekçi ve sıkı muhafazakâr bir anlayışa yaslandı. Gelenek karşısında son derece itaatkâr bir tavır takınan ve dinî düşüncede yeni, yenilik gibi kavramlara çok soğuk bakan bu anlayış, ilginçtir, dinler-arası diyalog konusunda hayli geniş mezhepli davrandı. Cemaat tabanındaki hâkim din telakkisi İslâm’ın dar/daraltıcı Sünnî yorumuyla özdeş olmasına rağmen tavandaki zevatın dinler-arası diyalog konusunda Ehl-i Sünnet’in kelâmî kabulleriyle hiç bağdaşmayan bir geniş mezhepliliği tercih sebebi, Gülen’in 1998’de Papa II. Jean Paul ile Vatikan’da görüşmesini müteakiben “dinler-arası diyalog”u büyük proje olarak hayata geçirmeye yönelmesi, dolayısıyla ABD’deki neocon ideolojisi ve Yahudi lobilerinde planlanan küresel siyasetin talepleri doğrultusunda İslam’ın ılımlı yüzünü temsil rolünü üstlenmesidir. Kendisine biçilen bu rolün en meşhur replikleri arasında, Gülen’in Mavi Marmara olayını müteakiben, “İsrail’deki devlet otoritesinden izin alınması gerekirdi” demesi, Saddam’ın İsrail’e fırlattığı füzelerin ardından da ağlamaklı bir çehreyle, “İsrailli çocuklar kim bilir ne kadar korkmuştur” ifadesiyle derin hüznünü dile getirmesi, fakat İsrail’in Gazze ve Filistin’e yağdırdığı onca bombanın ardından çıt çıkarmaması hatırlatılabilir. Bu bağlamda, İsrail’deki çocuklar için yüreğinin yandığını söyleyen Gülen’in daha dünkü Mavi Marmara olayında İsrail askerlerince kurşunlanıp canlarına kıyılan Müslümanlar için, Âl-i İmrân 3/156. ayette nankörlerin dilinden aktarılan, “Bizimle beraber olsalardı ne ölürler ne de öldürülürlerdi” (lev kânû indenâ mâ mâtû ve-mâ kutilû) sözünü hatırlatan bir tavır takınması -ki 3 Haziran 2010 tarihli taziye mesajı bu tavrı nefyetmez- da bahusus not edilmelidir.

Cemaat, 28 Şubat’ı müteakiben Gülen’in yurtdışına çıkışının gerçekleştiği dönemde küresel bir söylem benimsemiştir. 11 Eylül sonrasında ABD “Hangi İslam?” sorusunu sorarken, Gülen ve yakın çevresindeki zevat bu soruya uygun bir İslam, yani ABD merkezli Yahudi lobileri ve neoconların hassasiyetlerini dikkate alan bir İslam arayışına girmiştir.

Fethullah Gülen televizyon ekranlarına yansıyan ruhsal esrimeli vaaz ve konuşmalarında son derece şefkatli, merhametli, affedici, hatta “Bir yanağına vurana öbür yanağını çevir” sözünü düstur edinen çok sıkı bir ahlâkî hassasiyet ve aynı zamanda ehl-i dil, rintmeşrep bir kişilik izhar etmesine mukabil, cemaat bugün bu topraklarda kendisinden korkulup ürkülen bir fenomen haline gelmiştir. Hatta Gülen’in zahirdeki halim-selim suretinin ardında/bâtınında, şu son akıl almaz beddualarının da tanıklık ettiği gibi, müthiş bir tahammülsüzlük, otoriterlik ve gazapla memzuç bir ceberutluk da vardır, denilebilir.

Bu münasebetle, cemaat eksenli korkunun, durduk yere ortaya çıkan ve mantıksız kuruntular şeklinde dışa vuran bir paranoya olmadığı özellikle belirtilmelidir. Belli bir kurum bünyesinde yuvalanmış olan birtakım cemaat mensuplarının/sempatizanlarının aynı Allah’a, aynı peygambere, aynı kitaba iman etmiş insanların avret mahallerine yönelik derin bir tecessüsle gizli kamera çekimi ve porno görüntü montajı yapmayı ve bu yolla elde edilen malzemeyi özellikle siyasi alana müdahalede şantaj olarak kullanmayı marifet telakki ettikleri bilinmektedir. Bu durum cemaatin dinî retoriğinde çok önemli bir yer tutan ahlak ve ahlaklılık vurgusunun pratikteki karşılığı hususunda ibretlik bir gösterge olarak not edilmeli, ayrıca cemaat nezdinde ahlaklılığın sadece “kendine ahlaklılık” gibi bir anlam taşıdığı belirtilmelidir.

AK Parti ile birlikte askerî vesayete karşı verdikleri mücadelede cemaatin özellikle istihbarat temininde önemli rol oynadığı malumdur. Ancak istihbarat konusunda takip edilen yol ve yöntemlerin toplumsal ölçekte ciddi bir kaygı yarattığı da kuşkusuzdur. Zira siyaset ve bürokrasideki hemen herkes dinlenildiği veya özel ilişkilerinin görüntülü kayda alınabileceği endişesine kapılmıştır. İnsan günah, hem de büyük günah işleyebilir; çünkü fıtrat buna müsaittir. Lakin günah dinî-ahlakî açıdan ciddi bir arıza olmakla birlikte günah dedektifliği yapmak ve özellikle cinsel içerikli günahları şantaj malzemesi olarak kullanarak insanları köşeye sıkıştırmak ahlaksızlığın daniskasıdır. Tıpkı bir etiket gibi cemaate yapışan bu kötü imaj Fethullah Gülen’in vaazlarındaki sıkı İslam ahlakçığıyla hiç bağdaşmamakta, tam tersine Gülen’in ahlakî hassasiyet vurgusu Emniyet eksenli cemaat pratiğinde çok çirkin davranış tarzlarına dönüşebilmektedir. Kendisini dinî ve ahlâkî değerlerle kaim bir hizmet hareketi olarak takdim eden bir cemaatin bünyesinden bu tür davranışlar sadır olması, “Din, dindarlık ve ahlak böyle olacaksa, varsın olmaz olsun” gibi bir çeyrek bedduanın da bizden sadır olmasını gerektirmektedir.

Cemaat sınırları aşıldı!

Hâsıl-ı kelam, bugünlerde siyasi iradeyle güç ve iktidar kavgasında yeni bir raunda başlayan cemaat her ne kadar kendisini hizmet hareketi olarak takdim etse de, gerek şantajcı tavırları, gerek bitmez tükenmez talep ve arzuları sebebiyle maruf/mahud cemaat sınırlarını çoktan aşmış ve kısa zaman içerisinde geçirdiği büyük istihalelerle gerçekte ne olduğu konusunda ciddi kaygılar uyandıran bir karakter kazanmıştır. Kim bilir belki de bu karakter en başından beri cemaat bünyesinde resesif olarak vardır; son zamanlarda benimsenen saldırgan, vuruşkan ve bedduacı tavır bunu sadece dominantlaştırmıştır. Son bir not olarak şunu da eklemek gerekir ki Gülen Hareketi gerek karakteristik özellikleri, gerek refleksleri itibariyle bilindik cemaat yapılanmalarına hiç benzememekte, dolayısıyla bu topraklarda neşv ü nema bulan cemaatlerden öte, Hasan Sabbah ve Nizarî İsmailîlik, Opus Dei ve Tapınak Şövalyeleri gibi derin yapıları akla getirmektedir. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 28 Aralık 2013

Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/cemaat-cemaat-midir/haber-822271

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder