Cemaat, Haşhaş, Din ve Afyon


Cemaat, Haşhaş, Din ve Afyon
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
  

“Din kitlelerin afyonudur” diye meşhur bir söz vardır. Karl Marx’a ait olan bu söz, genellikle, din olgusunun geniş kitleleri zulme karşı direnmeden ve hak arayışı mücadelesinden alıkoyan, statükoyu korumaya yarayan bir araç olduğunu anlatmak için kullanılır. Ancak Marx, “Din ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışı, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din kitlelerin afyonudur.” derken, insanoğlunun kadim sorularına cevaplar bulma, büyük sorunlarına çözümler sunma, hayatı anlamlı kılma ve zorluklara karşı direnç oluşturma hususunda dinin belli bir işleve sahip olduğunu vurgulamak istemiştir.

Marx’ın ne demek istediği bir tarafa, ondan sadır olan “Din kitlelerin afyonudur” sözünün bağlamsız ve yaygın anlam/kullanımı bugünlerde Haşhâşîlere (Haşşâşîn, Haşîşiyye) benzetilen Gülen cemaatindeki hâkim din algısı için de önemli ölçüde geçerlidir. Bu tezimizin argümanlarına geçmeden önce bir cümlelik de olsa Marx’ın sözündeki “afyon” kelimesi ile “haşhaş” kelimesi arasındaki semantik bağdan söz etmek gerekir. Haşhaş, gelincikgiller familyasına ait bir bitki türüdür; afyon diye bilinen uyuşturucunun ana maddesi de bu bitkinin kapsülüdür. Ortaçağ İslam dünyasında Hasan Sabbah’ın liderliğindeki harekete/örgüte mensup kimseleri niteleyen Haşhâşîler kelimesi ise Arapça “kuru ot” anlamındaki “ha­şîş”ten türetilmiş ve daha sonraları uyuşturucu özelliğine sahip Hint kenevi­ri ile bu bitkiden elde edilen esrar için kullanılagelmiştir.

Haşşâşîn isimlendirmesi Haçlılar vasıtasıyla Batı dünyasına taşınmış ve Haçlı literatürü üzerinden Yunan ve Yahudi metinlerine de girmiştir. Bugün Batı dillerinde “Assassin” (suikastçı, tetikçi) şeklinde karşılanan “Haşîşî/Haşşâşî” kelimesi Avrupa’ya intikal ettiğinde birçok şair tarafından “ölümüne feda­kâr/cefakâr” anlamında kullanılmıştır. Haşhâşîler özellikle Marco Polo’nun abartılı ve biraz da kurmaca anlatımlarıyla mitleşmiş ve sonuçta “şuyûu vukûundan beter” sözündeki anlam dairesinde algılanır hâle gelmiştir.     

Sünnî kaynaklarda Bâtınîyye, İsmâiliyye, Melâhide, Zenâdıka, Ta’lîmiyye gibi isimlerle de anılan Haşhâşîlerin merkezi bugünkü İran topraklarında, Elburz dağlarının çok sarp bir noktasında bulunan Alamut (Kartal yuvası) kalesi, efsanevi liderleri de Hasan Sabbah’tır.  Fatımî halifesi Müstansır-Billâh’ın ölümünden sonra, babasının yerine geçemeyen büyük oğul Nizâr’ın imamet hakkını savunan Hasan Sabbah 1090 yılında İran ve Irak’taki çeşitli kaleleri ele geçirmiş ve sonunda müstahkem Alamut kalesine yerleşerek Nizârî-İsmâ­ilî örgüt yapılanmasını tesis etmiştir. “Beldetü’l-İkbâl” diye de isimlendirilen bu kaleyi askerî karargâh ve idarî merkez hâline getirip bütün operasyonları buradan idare eden Hasan Sabbah’ın profili çok zeki, teşkilatçı ve dinî ilimlere vâkıf bir kişi olarak betimlenmiştir. Gizli ve düzenli örgütüyle insanların düşünce ve inanç dünyasına hâkim ol­mak isteyen bu zat İsmâilî kaynaklarda da çi­lekeş, kanaatkâr, koyu sofu olarak tasvir edilmiştir.

Hasan Sabbah’ın tesis ettiği Nizârî-İsmâilî akidesindeki en temel öğretiye göre mutlak otorite masum imamdır; şe­riat ve ilahiyat ancak imamın talimiyle öğrenilebilir. Bu inanç sebebiyle Haşhâşîler “Ta’lîmiyye” diye de isimlendirilir. Talim öğretisi sayesinde Haşhâşîler Hasan Sabbah’ın derin hikmet ve hakikatin bilgisine sahip olduğuna inanmış ve tam bir teslimiyetle ona bağlanmışlardır. Sabır, sada­kat ve itaatle perçinlenen bu öğreti Hasan Sabbah’ın elinde çok güçlü bir silâha dönüşmüş ve Sünnî halife tarafından temsil edilen devlet otoritesi için siyasî, içtimaî ve dinî açıdan büyük bir tehlike hâline gelmiştir. Ha­san Sabbah kendi adamlarını din üzerinden motive ettiği için hem kendi nüfuzu hem de Haşhâşî/Haşîşî teşki­lâtı çok dinamik ve etkili olmuştur.

Haşhâşîler din ve dinî terimleri kullanarak siyasi iktidara odaklanmış ve kâh ayartma kâh dayatma yoluyla kendi görüşlerini hal­ka benimseterek mevcut sosyal ve siyasal düzeni çökertmeyi amaçlamışlardır. Bu amaçlarına ulaşmak için kurulan örgüt bünyesinde eğitilen fedailer vasıtasıyla birçok din ve devlet adamını kendilerine özgü yöntemlerle ortadan kaldırmışlar, bu arada birçok insanı da kara propaganda, tehdit ve şantajla kendi mezheplerine çekmeyi başarmışlardır. Kurbanlarını özenle seçen Haşhâşîler hemen tamamıyla Sünnî din ve devlet adamlarını hedef alırken Hıristiyanlar ve Yahudilere pek saldırmamış­lardır (Bâtınîler/Haşhâşîler hakkında etraflı bilgi için Tefsirde Bâtınîlik ve Bâtınî Te’vil Geleneği adlı eserimize bakılabilir).

Hasan Sabbah ve Haşhâşîlerle ilgili bu kısa enformasyondan sonra malum cemaat meselesine geçilebilir. Özellikle 17 Aralık’tan bugüne kadar yaşanan olaylar gösterdi ki Gülen ve cemaatin asıl derdi din ve dinî olmaktan öte bir şeydir. Her ne kadar Gülen’in dilinden din, iman, Allah, kitap gibi kavramlar hiç düşmese de nihai hedefinin cümle âlemi dinî-ahlâkî bilinçlendirmekten çok daha fazla ve sofistike bir şey olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim şimdilerde ülke gündemine düşen ve ananas meyvesini meşhur eden ses kayıtlarının da gösterdiği gibi, cemaatteki büyük hedeflerden biri mistik din ağırlıklı söylemler ve motive edici vaaz/nasihatlerle müntesipleri bir tür fedai gibi yetiştirmek, bilahare çok planlı/programlı biçimde devletin en kritik kurumlarında istihdamı sağlanan bu fedailerdeki salahiyetle siyasi güç/iktidar devşirmek ve son kertede devlet içinde devlet tesis etmektir. Bu büyük hedefe giden yolda mistik ve melankolik karakterli dinî söylemin işlevi “afyon” denilen uyuşturucudan pek farklı değildir. Dikkat edilirse, Gülen kendi taraftarlarına, hassaten cemaatin uzak halkalarına sürekli olarak din ve dinî temelli ahlak vurgusu yapmakta, yine bu konuşmalarında her daim din temelli itaat, sadakat, sabır, fedakârlık, cefakârlık, diğerkâmlık gibi kavramlar üzerinde durmakta, bu arada kendi müntesiplerine, özellikle de uzak diyarlarda boğaz tokluğuna öğretmen olarak görev yapan garip/gariban insanlara onca fedakârlık ve cefakârlığın mükâfatı olarak cennet muştusunda bulunmaktadır.

Teolojik hamuru yalınkat akait öğretisiyle yoğrulmuş bu topraklarda bir kişinin geniş kitleleri tam bir teslimiyet ve sadakatle peşinden sürüklemesinin en işlek ve işlevsel yolu, din ve dinî terminoloji üzerinden müslümanlığa eşitlenmiş mutlak itaat ve biat kültürünü özümsetmektir. Tasavvuf ve tarikat geleneğinde de görüldüğü üzere halk dindarlığı bu kültürü özümsemeye teşnedir. Öyle bir teşnelik ki devlet otoritesiyle şeyhin otoritesi arasında tercih yapmak söz konusu olduğunda, hiç tereddütsüz şeyh otoritesinden yana pozisyon almak, derhal ifası gereken bir vecibe mesabesindedir. Mutlak itaat ve biat kültürüne Türk düşünce geleneğindeki devlet tasavvuru da eklendiğinde şeyh efendinin otoritesi mıh gibi olup adeta çelikleşir. Gülen’e atfedilen mutlak otoritenin teşekkülünde mistik ve melankolik dinî retoriğin yanında devletçilik fikrinin de önemli rol oynadığı kuşkusuzdur. Zira Gülen 1980 darbesinden bir ay kadar sonra Sızıntı dergisinde yayımladığı “Son Karakol” başlıklı yazısında Mehmetçik üzerinden devlet ve askerî vesayete selam çakmıştır. Kuşkusuz Gülen şimdi de sıkı bir devletçidir; ama hâl-i hazırdaki devletçilik, sivil iktidara “Defolun gidin” diyerek askeri vesayete şirin görünmek ve/veya balans ayarcılarına takdirkâr sözler söylemek şeklinde değil, Türkiye’de paralel bir devlet kurup Okyanus ötesinden gönderdiği talimatlarla bu devleti sevk ve idare etmek şeklindedir. Devlet içinde devlet kurup asıl devleti teslim almak söz konusu olunca, bu mesiyanik cemaat yapılanmasının kimi zaman Şah Kulu’na benzer bir rol üstlenmesi de pekâlâ mümkün olabilmektedir. 

Paralel devlet başkanlığı artık herkesin malumu olan Gülen kendisini öyle mütevazı, öyle “aciz”, öyle “fakir” bir şahsiyet olarak takdim eder ki bu denli acizlik ve fakirliğin sembolik ifadesi “Kıtmîr”dir. Allah herkese böyle bir acizlik ve fakirlik nasip etsin diye dua etmekten kendimizi alamadığımız bu aciz/fakirin dünyası, “Küçük Dünyam” adlı eserin de tanıklığıyla küçük, küçücük bir dünyadan ibarettir. Acaba gerçekten öyle midir? Evet, Gülen’in hayatı, televizyon ekranlarına yansıdığı kadarıyla dört duvar arasında, “Tûl-i emeller giremez!” demeye elverişli bir iç mekânda, yani üç-beş raflık kütüphanenin önündeki bir koltukta geçiyor ve fakat bu kadar küçük/küçücük bir dünyadan 160-170 ülkeye dal budak salmış devasa bir holdingi ve aynı zamanda bu topraklardaki paralel bir devleti de pekâlâ yönetebiliyor. Hem öyle bir yönetme ki bilmem hangi ülkedeki yatırımdan rafineri işine, sair ihale işlerinden finans ve bankacılık sektöründeki para trafiğine, hatta medyada kimin ne yazıp çizdiğine kadar bütün her şeyi bir telefon kadar yakından takip edip talimatlar verebiliyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, 1990’lı yıllarda, “Ülkeye başbakan olmuş bir parlamenter hakkında ileri geri konuşmamak gerek” diye öğütler veren Gülen şimdilerde “Firavun” gibi nitelemelerle başbakana göndermelerde bulunup siyasi otorite sahiplerine beddua etmekte hiçbir beis görmezken, bugüne değin İslam ve Müslümanlar namına herhangi bir hayırlı işe imza attığına pek şahit olunmayan bir iş adamının gönlüne girip kalbini kazanmaktan dem vurabiliyor. İşte bütün bunlar dikkate alındığında, üç-beş raflık kütüphanenin önündeki o koltuk, âlemin fevkinde olan ve onu büsbütün kuşatan bir “Arş” imgesini hatırlatıyor.

Cemaat mensuplarına, “Bu ananas, rafineri işleri Allah adamına yakışan işler mi?” diye soracak olsanız, muhtemelen, “Bakmayın siz telefondaki o konuşmalara, Hoca’nın bir tek dikili ağacı yok bu fani dünyada…” gibi bir cevap alırsınız. Evet, doğrudur, Hoca’nın bir tek dikili ağacı yoktur; ama Hoca neden ağaç dikmekle meşgul olsun ki? Cemaatin diktiği tüm ağaçlar ve ormanlar zaten onun değil mi ki? Gülen hakkında yazılan “Küçük Dünyam” adlı eserin sunuş kısmında, “Önemli olan cumhurbaşkanı olmak değil, insan olmaktır” gibi bir ifade geçer. Evet, Gülen bugün cumhurbaşkanı değildir, ama kendisini mevcut Cumhurbaşkanı’na sözde sulh mektubu gönderip, kendi adamları için, “Bürokrasideki görevden almalara son verilsin” diye bir nevi talimat vermeye salahiyetli görebilmektedir. Bu mektup bile Gülen’in dünyasının ne kadar küçük(!) bir dünya olduğunu ispata kâfidir. Tam yeri gelmişken belirtelim ki fazla ya da abartılı tevazu kibir göstergesidir. “Övülmek isterseniz, alçakgönüllülüğü yem olarak kullanın” denilmesi de bundan olsa gerektir.

Basiret ve ferasetten az çok nasibi olan herkesin on yıllar öncesinden gün gibi açık biçimde gördüğü bu bedihî gerçeklere rağmen Gülen yıllar yılı kendisini rint-meşrep bir dinî-ruhanî lider gibi göstermeyi başarabilmiştir. İmdi, geçmişte yaşananları bırakıp bugün olup bitenlere bakalım ve “Artık yeter” demekte karar kılalım. Zira onca yıldan beridir minberler/kürsüler ve ekranlarda ağzından bal damlayan, dilinden Allah, kitap hiç eksik olmayan, Allah dedikçe gözlerinden yaşlar boşalan bir zatın bugün koskoca bir devletin başını migren gibi ağrıtması ve hükümetin neredeyse bütün işi gücü bırakıp cemaat ekürilerinin (Manevi tazminat davası ihtimalinden dolayı zorunlu bir tavzih notu: Eküri kelimesi “ahırdaş atlar” manasında değil, mecazi olarak “elbirliğiyle iş tutanlar” anlamında kullanılmıştır) meydan okumalarıyla uğraşmak durumunda kalması, binlerce yıllık bir devlet geleneğine sahip olan bu millet açısından tahammül edilebilir bir şey değildir. Cemaatin hayli zamandan beri “kabak tadı” verdiği bilinmesine rağmen onca yıldır devletin en kritik kurumlarında yuvalanmasına ve adeta kanserli hücre gibi neredeyse devlet bünyesine yayılmasına göz yumulup bugün “Ayıkla pirincin taşını” gibi bir durumla karşı karşıya kalınması da mazur sayılabilecek bir gaflet olmasa gerektir.

Burada önemli bir not olarak şunu da kaydedelim ki paralel yapı medyasında yazıp çizen bazı isimler, Gülen’in internete düşen ve Başbakan’dan “Boşbakan” diye söz edilen ses kayıtlarıyla ilgili olarak, “men dakka dukka” (Kim birinin kapısını çalarsa, gün gelir onun kapısı da çalınır ya da bu dünya etme-bulma dünyasıdır) gerçeğini unutup hukuksuzluktan -demek ki hukuk herkese lazımmış- bahisle sızlanıp dert yanmakta, ama nedense o kayıtların muhtevası üzerinde pek durmamaktadır. Muhtevadan bahis açmak kaçınılmaz olduğunda ise birileri çıkıp, “Efendim, ne var ki bunda; Hocaefendi memleketin her işi ve her kesimiyle ilgilenir; kaldı ki İmam Ebû Hanife de hem din işlerine bakar, hem ticaret yapardı” gibi tevillerle Gülen’in seküler ilgilerini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Cemaat medyasında kılıç kuşanan ve karşı medya hakkında “taciz müfrezesi” tanımlamasını kullanan kimi “mümtaz” yazarlar ise “Haşhâşî de deseniz, terazi tartacak, adaletin keskin kılıcı inecek ve bazı başlar yere düşecek”diye bir nevi tehditler savurmaktadır. Belli ki bu zevat böyle tehdit savurma cesaretini kendi yüreklerinden değil, “paralel devlet” diye tesmiye edilen mihraklardan almaktadır.

İşbu mihraklar bir günde oluşmadı kuşkusuz. Yakın geçmişte Ergenekon, Balyoz gibi davalar ülke gündemine girdiğinde, “Bakın, Ergenekon diye adlandırılan yapı tasfiye ediliyor, ama tasfiyeci güç de eşzamanlı olarak onun yerine geçiyor” diye hep söyleyip durduk; ama gelin görün ki bunun böyle olduğuna hemen hiç kimseyi inandıramadık. Şimdi artık ayan beyan ortaya çıktı ki nur topu gibi bir paralel devletimiz var, hem de eski Ergenekon’dan daha derin, daha çetin, sanki bir ahtapot gibi. Olanca cehtleriyle bu yapılanmaya sahip çıkan cemaatçi medya erbabına sorsanız, 17 Aralık’tan bu yana devam eden hükümetle çarpışmanın hiçbir cephesinde hiçbir neferlerinin yer almadığı, olup biten hiçbir şeyle ilgilerinin bulunmadığı gibi çok pişkin bir cevap alırsınız. Bu cevabın muktezasınca Fethullah Gülen de asla beddua etmemiş, aksine karı-koca namına mülaanede bulunmuş ya da Müslümanlar adına Hıristiyanlarla mübahele yapmıştır. Yine “Allah adamı” Hocaefendi rafineri ihalesi gibi dünyevi işlere hiç bulaşmamış, bulaşmışsa da teberrüken bulaşmış, adamın birinin bir âlüfte ile mahrem görüntülerini içeren kasetin yayınlanıp yayınlanmaması gibi bir işle de alakadar olmamış, öte yandan paralel medya bünyesinden birileri çıkıp bir kadın yazara, “Ayağını denk al, bak senin de porno kasetin var elimizde” gibi tweetler atmamış, keza o meşhur telefon kayıtlarında “Boşbakan” sözü dil sürçmesinden kaynaklanmış, yine birileri “mezgit” demek isterken ağzından “Yezid” kelimesi çıkmış vs…

İşte bugün böyle bir pişkinlik ve Bâtınîlere rahmet okutturacak bir tevilcilikle karşı karşıyayız. Yine bugün, hoşgörü denince hep kitabın tam ortasından konuşmakla nam yapmış olan Fethullah Gülen’in “Hoca beddua etti” sözünü kendisine hakaret sayıp manevi tazminat davası açması gibi çok tuhaf bir tahammülsüzlüğe de tanık olmaktayız. Bu sebeple, paraleller camiasına ne söylersek söyleyelim, Marko Paşa’ya dert anlatmak gibi nafile bir işle iştigal durumundayız. Bütün bunlar bir yana, hâl-i hazırdaki büyük endişem, ülkedeki bu manzaraya şahit olan çocuklar ve genç kuşakların kendisini hep din ve dinî değerler üzerinden tanımlayıp tanıtan bir cemaatin olmadık işleri yüzünden din ve dindarlıktan tiksinip dinsizliğe veya en azından nihilizme doğru savrulacak olmasıdır. Siyasi iktidar ile cemaat arasındaki kavgada özellikle cemaatçi yazarların dinî kavram ve sembolleri bir tür mermi gibi kullanıldığı şu günlerde İlahiyat akademyasından neredeyse hiç ses çıkmaması, İlahiyat alanında çalışmayı din-i mübîni tebliğ sayan ve aynı zamanda kendilerini büyük kanaat önderleri gibi algılayan onca hocanın bugün birdenbire akademisyenlikteki mesafeli tavrı ve sözde apolitikliği hatırlaması ve bütün bu olup bitenler karşısında, maalesef her zaman olduğu gibi, teflon tava misali, yanmaz-yapışmaz bir tavır takınması da genç kuşakların nihilizme savrulmasına bir nevi lojistik destek sağlayacaktır.

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=870

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder