Doğuştan Müfessirlik ve Merdiven Altı Tefsircilik


Doğuştan Müfessirlik ve Merdiven Altı Tefsircilik

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK


Bu topraklarda ehliyet, liyakat, bilgi, donanım gibi hiçbir özel ve genel vasfa sahip olmaksızın icra edilebilen birkaç harcıâlem iş ve meslekten biri müfessirlik ve/veya tefsirciliktir. Gerçi müslümanların Kur’an’ı anlama ve yorumlama konusunda merak sahibi olmaları ilk nazarda iyi niyet ve samimiyete hamledilebilir. Kaldı ki Kur’an üzerinde çalışıp araştırma yapmak ve eser ortaya koymak İslam’ın ilk asırlarından itibaren süregelen bir gelenektir. Ancak buköklü gelenekte, herhangi bir kişinin çıkıp, “Ben samimi bir müslümanım, dinimin en temel kaynağı olan Kur’an’ı anlayıp yorumlamak istiyorum” demesi, en iyimser ifadeyle, cahillik ve haddini bilmezlik olarak telakki edilirdi. Hatta erken dönem İslam ilim geleneğinde öyle titizlenilirdi ki ulema Kur’an ayetlerinin şerh ve izahında temel bir ayrıma gider ve bu bağlamda sahabeye ait görüş ve yorumları “tefsir”, kendilerine ait görüş ve yorumları “te’vil” diye nitelendirirdi. Bu kategorik ayrıma göre tefsir, “Allah bu ayette şu manayı kastetti” demekle eşdeğerdir; çünkü sahabiler Hz. Peygamberle birlikte vahyin nüzul ortamına tanıklık etmişler ve bu tanıklık vesilesiyle ayetlerin ne zaman, nerede, kim ve ne hakkında nazil olduğu bilgisini edinmişlerdir. Bu sebeple sahabeden menkulbeyanlar Kur’an’da kastedilen manayı tespitte kesinlik arz eden beyanlar olarak kabul edilmiştir. Buna mukabil sonraki müslüman nesillerin Kur’an’la ilgili görüş ve yorumları kesinlik vasfı taşımadığı gibi, ayetlerin ilk ve aslî anlamlarını tespit hususunda bağlayıcılık da arz etmez. Bilakis bu yorumlar ayetlerin muhtemel anlamlardan birini tercih etmek ya da “Bana göre ayetin şu manayı ifade ediyor olması muhtemeldir” demekle eşdeğerdir.

Haddi zatında Kur’an’ın nüzulüne tanıklık eden ilk müslüman nesilden sonraki tüm müslüman âlimlerin Kur’an ayetleriyle ilgiligörüş ve yorumlarının tamamı doğruluk ve yanlışlık ihtimallerine açık olması hasebiyle te’vil kategorisine dâhildir. Hz. Peygamber ve sahabeden menkul rivayetlere dayalı izahlar ise tefsirmahiyetindedir. Kısaca tefsir, Kur’an’ın nakil ve rivayet bilgisiyle açıklanması, te’vil ise re’y/dirayet temelinde yorumlanmasıdır. Bu sebepledir ki klasik ilim geleneğinde sûfîlerin işârî karakterli yorumları tefsir kapsamında değerlendirilmemiş (kelâmu’s-sûfiyyeti leyse bi-tefsîr), hatta Vâhidî gibi bazı müfessirler, meşhur mutasavvıf Sülemî’nınHakâiku’t-Tefsîr adlı eserine atıfla işârî/tasavvufî yorumları muhtevi eserlerin tefsir diye adlandırılmasını ve bu tür yorumlara tefsir nazarıyla bakılmasını kâfirlik saymıştır. Benzer şekilde, aşırı Şii fırkalardan İsmâiliyye ve Karmatiyye’nin sözde bâtınî te’villeri ile Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Kâşânî gibi mutasavvıfların felsefî-tasavvufî yorumları da birçok âlim tarafından Kur’an’ı tahrif etmek ve Allah adına yalan söylemekle eşdeğer olarak değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ilk nazarda çok ağır görünebilir fakat kesinlikle isabetlidir; çünkü herhangi bir kişinin kendi zihnine ve kalbine doğan bir anlamı Kur’an’a izafe edip açıktan ya da zımnen “Allah böyle söyledi” ya da “Bu manayı kastetti” demesi, Allah’ın söylemediği ve kastetmediği bir mana ve mefhumu O’na yakıştırmak, dolayısıyla O’nun adına/namına yalan konuşmaktan farksız olsa gerektir.

Allah’ın Kur’an’da kastettiği mana, herhangi bir yorumcunun zihnine veya kalbine doğan mana değil, ayetlerin vahyedildiği toplumsal matriste karşılığını bulan, diğer bir deyişle ilk hitap çevresinde ilk muhatapların idrakine yansıyan manadır. İşbu aslî ve tarihî mananın ne olduğu ancak nakil ve rivayet yoluyla bilinebilir. Daha önce ifade edildiği gibi bu yolla Kur’an’ı açıklamaya tefsir denir. Tefsir, merviyyatın sıhhat ve sağlamlığı nispetinde nesnel ve objektiftir; te’vil ise öznellik ve sübjektifliğe teşnedir. Bu yüzden tefsir kelimesi lisanî örfümüzde son derece olumlu bir anlam ve çağrışıma sahipken, te’vilin anlam ve kullanımı genellikle pejoratiftir ve bu pejoratiflik dolayımında keyfilik, kuralsızlık, gelişigüzellik gibi içermelere sahiptir. Yine bu yüzdendir ki fıkıh usulünde te’vilin gerçekten te’vil sayılmasıyla ilgili olarak, vazu’l-luga (Kur’an kelimelerinin Arap dilindeki aslî anlamı), urfü’l-isti’mâl (dildeki yaygın kullanımı) ve âdetü sahibi’ş-şer’(şeriat sahibinin dili kullanım tarzı) gibi birtakım temel şartların bulunması gerektiğinden söz edilmiş, aksi halde te’vil denen şeyin oyun ve eğlenceden farksız olacağına dikkat çekilmiştir. Diğer taraftan, “Kim Kur’an hakkında ilimsiz (hadissiz/nakilsiz) olarak görüş beyan ederse” veya “Kim Kur’an yorumunda kendi re’yine, şahsi kanaatine istinaden konuşursa” gibi hadis rivayetlerine istinaden, re’y ile tefsirin yan yana gelmeyeceği, diğer bir deyişle kişisel kanaat ve çıkarımlara dayalı Kur’an yorumlarına cevaz ruhsatı verilmeyeceği noktasında ısrar edilmiştir.

Kur’an ve tefsir konusundaki bu titizlik Osmanlı ilim geleneğinde de sürdürülmüştür. Her şeyden önce Osmanlı eğitim-öğretim sisteminde tefsir dersi medrese tahsilinin son safhasında okutulmuş, yine bu sistemde müfessir adayının başta Arap dili olmak üzere on beş ilme vakıf olması gerektiğiyle ilgili geleneksel şarta riayet ilkesi korunmuştur. Bunun yanında halkın Kur’an hakkındaki bilgi ihtiyacını karşılamada ya Terceme-i Tibyân, Mevâkıb gibi Türkçe ve/veya Türkçeye çevrilmiş tefsir kitaplarını okumaları salık verilmiş ya da çoğunlukla Envâru’l-Âşıkîn, Bustânu’l-Ârifîn, Tenbîhu’l-Ğâfilîn ve pek tabii ki İhyâu Ulûmi’d-Dîn gibi popüler dini edebiyat terviç edilmiştir. Popüler dinî edebiyat özellikle Anadolu insanının gerek menkıbe ve hurafeye düşkünlük, gerekse tasavvuf, tarikat, evliya kültü, yatır ziyareti ve çaput bağlama gibi alışkanlıklardan vazgeçemezlik gibi vasıflarla mümeyyiz din telakkisi ve dindarlık tecrübesine uygun bir dil dizgesine sahiptir. Bu eserlerde Kur’an ayetleri menkıbeler ve kıssaların, vaaz ve irşatiçerikli pasajların arasına spot cümleler olarak serpiştirilmiş ve çok kere ayetlere ilgili menkıbenin muhtevasıyla örtüşür anlamlar takdir edilmiştir. Bütün bunlara rağmen popüler dinî edebiyattaki Kur’an yorumları ilim erbabınca tefsir olarak görülmemiştir.

Uzun lafın kısası, geçmiş dönemlerde ulema tefsiri tefsir gibi yapmış, vaazı vaaz gibi vermiş, kıssacılığı kıssacılık gibi icra etmiş; haliyle ve hâli hazırda şahit olunanın aksine aynı anda hem müfessirlik, hem vaizlik, hem kıssacılık gibi tuhaf işlere yeltenmemiştir. Bilakis en başından yaptığı işin adını koymuş, neyi ne maksatla yaptığını vuzuha kavuşturmuş ve böylece ilmin itibar, şeref ve haysiyetini korumuştur. Oysa bugün ne yapılan işin adı bellidir, ne de usul, adab ve erkânı bellidir. Tam bir keşmekeş ve kaosun hüküm sürdüğü günümüzde herkes Kur’an yorumluyor, -hâşâ- Allah yorumcu sayısı kadar farklı konuşuyor ve bu garabet kimilerince Kur’an’ın mucizeliğine ve sonsuz anlam potansiyeline atıfla zenginlik olarak değerlendiriliyor. Ama gelin görün ki bu konuda zenginlikten dem vuranlar her nedense kendi bildiğinden ve anladığından farklı görüş ve yorumları Kur’an’ın sonsuz anlam deryasındankatreler olarak görmekten istinkâf ediyor. Çünkü kelâmî ideolojisi buna izin vermiyor. Sonuçta Kur’an’daki anlamın sonsuzluğu belli bir mezhebin kelâmî ve itikâdi kabullerine bağlı bir sonsuzluk haline geliyor.

Geçmiş dönemlerindinî ilimler geleneğinde halkın Kur’an’ı bizzat Kur’an’dan öğrenmesine hiç sıcak bakılmamış, asırlar boyunca müslüman halktan, “Bir Kur’an meali olsa da okusak” şeklinde bir talep ve ihtiyaç da sadır olmamıştır. Bilebildiğimiz ve tespit edebildiğimiz kadarıyla Kur’an mealinden bir ihtiyaç olarak söz edilmesi yirminci yüzyılın başlarında vuku bulmuş, güya bu ihtiyacı karşılamak adına ilk meal ikinci meşrutiyet yıllarında Zeki Meğamiz adlı bir Hıristiyan tarafından hazırlanmış ve bu natamam meal Birinci Dünya Savaşı sırasında Arap müslümanlar tarafından Osmanlı’yı karalama kampanyasında koz olarak kullanılmıştır. Derken, Cumhuriyet’in ilanından çok kısa bir süre sonra birkaç meal daha yayımlanmış ve bu mealler dönemin Diyanet riyaseti tarafından ciddi tenkitlere uğramıştır. Yirminci yüzyılın başlarında bir taraftan Mısırda Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın başını çektiği tecdit-ıslah hareketince formüle edilen öze ve ana kaynaklara dönüş söyleminin geniş yankı bulması ve bu yankının Mehmet Akif tarafından, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” dizeleriyle bizim memlekete taşınması, diğer taraftan Osmanlı’nın parçalanmasıyla eş zamanlı olarak milliyetçilik ve ulus devlet ideolojisinin güç kazanması, buna paralel olarak Ziya Gökalp’in, “Bir ülke ki camilerinde Türkçe ezan okunur; köylü anlar manasını namazdaki duanın… Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur; küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın. Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!” dizelerinde ifadesini bulan zihniyetin milli din, ana dilde ibadet gibi projelerden söz etmeye başlaması, bütün bunların yanında Hıristiyan gelenekteki Protestanlık tecrübesinin “Solo Scriptura” (Sadece Kutsal kitap) ilkesine benzer bir söylemin, “el-İslâmu hüve’l-Kur’ânu vahdeh” (İslam sadece Kur’an’dan ibarettir) gibi mottolarlaİslam dünyasında da dillendirilmeye başlaması ve kendilerini “Kur’ancılar”(el-Kur’âniyyûn) diye nitelendiren çevrelerce savunulan “Kur’an İslamı” söyleminin Hindistan, Mısır ve Türkiye’de pek matah bir şeymiş gibi algılanır hale gelmesi neticesinde bütün dinî ilimler hiyerarşisi alt üst oldu. Yanısıra tefsir, te’vil, usûl gibi en temel kavramlarımız alabildiğine gevşek ve gelişigüzel biçimde kullanılır hale geldi. Bütün bunlara paralel olarak Kur’an yorumculuğu harcı âlem bir iş ve meslek haline geldi. En nihayet“merdiven altı tefsirciliği” diye ifade edebileceğimiz bir fenomen her tarafı istila etti.

Merdiven altı tefsirciliğin en mümeyyiz vasıflarından biri, Kur’an’ı yorumlama konusunda müslüman olmanın yeterli şart olarak görülmesidir. Niçin böyle görülmesin ki? Mademki Kur’an tüm insanlığa gönderilmiştir; o halde Kur’an’ı okuyup anlamak ve yorumlamak belli bir zümrenin tekelinde değildir. İlginçtir, vakti zamanında Luther de Hıristiyan Batı dünyasındabuna benzer şeyler söylemiş, İncil’i okuyup anlama ve yorumlamanın Kilise ve din adamlarının tekelinde olmadığını, aksine kutsal kitabı her müminin anlayıp yorumlama hakkı bulunduğunu ifadeyle herkesin anlayabileceği bir dille İncil’in tercüme edilmesi gerektiğinden dem vurmuş ve böylece Protestanlığın zuhuruna ön ayak olmuştu. Protestanlık Roma Kilisesi’nin (Katoliklik) alabildiğine yozlaşması ve af sertifikaları (endülijans) satması gibi saçma sapan işler yapmasını protesto temelinde vücut bulmuş bir protest dinî gelenek olmasına rağmen değil Katoliklikte, Prostestan gelenekte dahi sıradan bir Hıristiyan vatandaşın İncil’i tercüme ve tefsir işine soyunması söz konusu değildir. Peki ya bizde? Allah’a hamdolsun ki(!) bizler Arapça ve dinî ilimlerden az çok nasipdar olmak şöyle dursun, elif harfini gerçekten mertek zanneden meal yazarlarına sahip olan bir milletinfertleriyiz. Doğuştan müfessirler ve mütercimlere sahip olan kaç millet vardır ki şu cihanda?! Bu yüzden, emsalsiz kıymetteki bu varlığımızla ne kadar iftihar etsek azdır. Evet, işte merdiven altı tefsirciliği dediğimiz şey işte bu denlitrajikomik ve hazin bir şeydir. Öyle hazin ki daha düne kadar televizyon ekranlarında Kur’an yorumculuğu yapan bir zat, “Gerekçeli” diye isimlendirdiği Kur’an mealinde Bakara suresi 2/21. ayetteki “yâ eyyühe’n-nâs” ifadesine “Ey insanlık ailesi” şeklinde mana vermesinin gerekçesini anlatırken Suyûti’nin el-İtkân adlı eserini referans göstermekte ve fakat el-İtkân’ın ilgili sayfasına bakıldığında, bu zatın el-muarrefbi-el (harfi tarifle/elif-lam takısıyla belirlilik kazanmış) anlamındaki Arapça ibarenin “el”(elif-lam) kısmını “âl” (aile) diye yanlış okuyup yanlış anladığı ve bu vahim yanlıştan yola çıkarak söz konusu ayetteki ifadeye “Ey insanlık ailesi” gibi aklaseza bir mana verdiği gerçeğiyle karşılaşılmaktadır. Evet, işte “hazin” derken anlatmaya çalıştığımız şey, böyle bir şeydir. Bundan daha hazin olan ise hemen her ayetle ilgili açıklama notunda, kimi zaman Arap dilindeki kural ve kaidelerle, kimi zaman Kur’an’daki söz sanatlarıyla, kimi zaman da klasik tefsir kaynaklarındaki ifadelerin yanlış aktarılmasıyla ilgili çok ciddi hatalar yapan bu zatın sayısız insan nezdinde tartışılmaz tefsir otoritesi olarak görülmesidir. Bu durum, entelektüel merak sahibi olan ve az çok okuyup araştıran insanımızın dahi bilgi, görüş ve değerlendirme kapasitesinin hangi düzeyde olduğu hususunda önemli bir göstergedir.

Merdiven altı tefsirciliğin başka bir mümeyyiz vasfı, nüzul ve ilk hitap çevresinde Kur’an’ın ne söylediğine nazar-ı itibar etmek yerine, gerek içinde bulunduğumuz zamanın ruhunu, gerek modern durumun ilcaatını, gerekse hedef kitlenin beklenti ve taleplerini dikkate almak ve ayet yorumlarını kimi zaman, “Efendim, nasıl bir yorum arzu ederdiniz?” dercesine kurgulamak, kimi zaman da hedef kitleye “Aboo!” dedirtip onların gözünde derin hayranlık uyandırmak saikiyle bazı ayetlere tarih boyunca hiçbir müfessirin aklına dahi gelmeyen fiyakalı anlamlar yüklemektir. Tıpkı Alak suresindeki haleka’l-insâne min alak ifadesini, “Rabbin insanı sevgiden yarattı” diye çevirmek gibi.
İşbu ibretlik çeviriden merdiven altı tefsirciliğin başka bir mümeyyiz vasfıdaha tebarüz eder. Bu vasıf Kur’an yorumunda özgünlük ve orijinallik adına ilkesizliği ilke edinmektir. Aslında bu vasıf daha çok “İslam modernistleri” diye anılan çevrelerde görülen müzmin bir hastalıktır. Bu hastalığın etyolojisi, ne yardan ne serden geçememenin kaçınılmaz kıldığı sıkışmışlık ve stres halidir. Daha açık söylersek, bir taraftan “Gerçek din Kur’an’dır; Kur’an’dan başka hiçbir sağlam dinî kaynak yoktur; din en saf ve som şekliyle yalnız Kur’an’dan öğrenilir; Kur’an’ın tüm hükümleri evrenseldir” demek, diğer taraftan da modern zamanların hâkim norm vegenel kabullerine terakki değeri atfetmek, işin daha da kötüsü Kur’an’ın beyanlarıyla modern çağın genel kabulleri çatıştığında hem Kur’an’a hem de modern kabullere sadakatten vazgeçememektir. İki ara bir derede kalmışlık durumunda merdiven altı tefsircisi Kur’an’ı modern normlar ve genel kabuller lehine te’vil etmeyi yeğler. Sözgelimi, Nisa suresi 4/34. ayetteki vadribûhünne ifadesine, “Karılarınızı tedip maksadıyla dövebilirsiniz” manası vermez, veremez; çünkü bu manayı değil çağdaşçı, laikçi, seküler çevrelere, kendi hane halkına, az çok mürekkep yalamış ve sosyal medyaya bulaşmış çoluk çocuğuna bile izah edemez. Hâl böyle olunca, merdiven altı tefsircisinden şu tarz yorumlar sadır olmaya başlar: Efendim, bahis konusu ayet bindört yüz küsur yıl boyunca hep yanlış anlaşılıp yanlış yorumlanmış. Ayetteki darabe kelimesinin ifade ettiği anlam vurmak ya da dövmek değil, evden uzaklaştırmak, hatta Türkiye’deki Kur’ancıların babası Hüseyin Atay’a göre cinsel ilişkide bulunmaktır.

Hiç şüphe yok ki merdiven altı tefsircilerimiz bütün bunları söylerken, kendi söylediklerine kendileri de inanmıyor. Çünkü az çok dini ilimler tahsili yapmış olmak bile, asırlar boyunca sayısız müfessirin darabe kelimesine niçin ısrarla “dövmek” manası verdiği ve bu mana tercihinin hangi usule göre belirlendiği hakkında fikir sahibi olmaya kâfi geliyor. Ama gelin görün ki merdiven altı tefsircilerimiz söz konusu kelimeye “dövmek” yerine başka bir mana vermenin hangi ilmî usule dayandığını izah ihtiyacı hissetmiyor. Hoş, böyle bir ihtiyaç hissetselerdahi bunu ilmî usul dairesinde izah etmeye akılları kesmiyor. Çünkü kendi mana tercihlerinin çağdaş normlar ve genel kabullere bir nevi yaranma ve/veya dalkavukluk yapma (müdâhene/müdârâ) arzusundan başka bir gerekçeye dayanmadığını çok iyi biliyorlar. Mamafih, neyin ne olduğunu gayet iyi bildikleri halde çağdaş Kur’an üretme günahını irtikâp edebiliyorlar.

Merdiven altı tefsirciliğin bir diğer mümeyyiz vasfı, Kur’an’ın ilk, aslî ve tarihi anlamlarını bilerek ve isteyerek göz ardı etmek ve yok saymayı yeğlemektir. Ne var ki bu yeğleyiş tercihten değil, mecburiyettendir. Çünkümerdiven altı tefsircimiz en başından, “Kur’an şöyle evrensel, böyle evrensel” diye anlatmış bir kere. Ama sonra bakmış, birçok ayet kölelikten, cariyelikten, küçük yaştaki kız çocuklarının evlenmesi, boşanması ve iddet beklemesi gibi şeylerden bahsediyor. Hatta Katâde, İbn Zeyd, Mukatil b. Süleyman, Taberî gibi onca büyük müfessir Ahzâb 33/37. ayetteki ve-tuhfî fî nefsike ifadesini, “(Ey Peygamber!) Evlatlığın Zeyd’e karın Zeyneb’i boşama diyordun, ama aynı zamanda,‘Bir an önce boşansa da Zeynep’le ben evlensem’ arzusunu içinde gizliyordun” diye izah ediyor.

Türk toplumunun aile, namus anlayışı dikkate alındığında söz konusu ayeti bu şekilde izah etmek, en iyimser ifadeyle haysiyetsizlik olsa gerektir. Bu durum karşısında, akla gelen ilk hâl çaresi ve çıkar yol, klasik tefsir kitaplarının hemen tamamında mevcut olan bu izahı “İslam düşmanlarının, zındıkların, sapıkların, münafıkların uydurması” diye bir çırpıda reddetmektir.Fakat bu durumda öteden bütün müslümanlarca hayırla anılan, hatta birçok imam-hatip ve müftümüzün, “Allah bizi şefaatlerine nail eylesin” şeklindeki niyazlarına konu olan onca büyük müfessiri zındıklık  ve sapıklıkla suçlayıp hepsine Selman Rüşdi ve/veya Turan Dursun muamelesi yapmak gibi ciddi bir problem ortaya çıkmaktadır. Bu açmaz karşısında daha emin ve tekin görünen yol, bütün bir tefsir tarihini yok saymak ve apolojik/savunmacı bir yorum marifetiyle durumu kurtarmaya çalışmaktır ki genellikle tercih edilen yol da budur. Oysa hesabı verilmemiş evrensellik söyleminden vazgeçildiği ve aklıselimle düşünüldüğü takdirde şu tarz bir izah da pekâlâ mümkündür:

Onca müfessir Ahzâb33/37. ayetteki ve-tuhfî fî nefsike ifadesini,“(Ey Peygamber!) Zeyd karısını boşasa da ben evlensem’ arzusunu içinde saklıyordun” diye tefsir etmekle, “Acaba Hz. Peygamber’e yakışıksız bir isnatta bulunduk mu?” diye düşünmemiş, yine onca sahabi ve tabi müfessir Sâd suresindeki iki hasım ve doksan dokuz koyun/kadın meselesini Hz. Davud’un Uriya adlı kişinin karısıyla evlenmesi hadisesiyle ilişkilendirmekle, “Acaba Hz. Davud’a çirkin bir davranış mı izafe ettik?” diye endişelenmemiş, keza İbn Abbas, Said b. Cübeyr gibi sahabi ve tabi müfessirler Yûsuf12/24. ayetteki ve-hemme bihâ ifadesini pornografik tarzda izah ederken, “Yahu, biz Hz. Yusuf hakkında neler söylüyoruz?” dememiş, öte yandan bugün bize dudak uçuklatıcı gelen bütün bu izahları kendi tefsir kitaplarında zikreden Mukâtil, Taberî, Kurtubî, Sa’lebi, Suyûtî gibi sayısız müfessir, “Acaba biz bu peygamberler hakkında yanlış mı yapıyoruz?” gibi bir kaygıya kapılmamışsa, o zaman biraz durup düşünmek gerekir. Belki de ya sahabe ve tabiun âlimleri ile sair müfessirlerde ya da bizde bir problem var demektir.

Asıl problemkendi zihnimizdeki peygamberlik anlayışını mutlaklaştırmak ve dolayısıyla bugünkü hâkim peygamber tasavvurundan hareketle erken dönemlerdeki peygamberlik algısını yorumlayıp yargılamaktır. Yine asıl problem, kendi toplumumuzun kadın, evlilik, namus konusundaki değer yargılarından hareketle bundan onbeş asır önceki Arap toplumunun bu konudaki örfüne değer biçmeye kalkmaktır. Bu problemin tefsirdeki adıanakronizmdir. Şayet biz Kur’an’ı bugün nazil olmuş gibi algılamasaydık ve yine hesabı verilmemiş evrensellik adına büyük büyük laflar konuşmamış olsaydık, öncelikle vahyin nazil olduğu dönemde neler olup bittiğini merak edip araştırma ihtiyacı duyardık. Buna paralel olarak da bahis konusu ayetleri o dönemdeki Arap toplumunun örf, adet ve gelenekleri içinde anlayıp kavrar ve sonunda, “Demek ki o günkü toplumsal matriste bu gibi işler ahlak, namus meselesi olarak algılanmıyor, insani bir durum olarak karşılanıyormuş. Demek ki İslam’ın ilk asırlarındaki peygamber tasavvuru günümüzün melekleşmiş ve metatrona dönüşmüş peygamber tasavvuruna pek benzemiyormuş” hükmüne ulaşırdık ki İmam Mâtüridî’nin iki hasım ve doksan dokuz koyun kıssasıyla ilgili ayetlerin tefsirinde “Kâle ehlü’t-te’vîl” diye aktardığı izahta da erken dönem müfessirler gerek Hz. Peygamber ve Zeyneb, gerekse Hz. Davud ve Uriya’nın karısı meselesini, “Önceden tasarlanmadan vuku bulan, üstelik karşı konulamayan, önü alınamayan, adeta bir trafik kazası gibi yaşanan bir gönül hadisesi” olarak anlayıp yorumlamışlardır. Yine biz Kur’an’ı öncelikle kendi nüzul ortamında anlayıp yorumlamaya çalışsaydık, birçok ayetteki mevzunun din ve dinin özüne ait olmadığı gerçeğini de idrak etmiş olurduk. Ne var ki merdiven altı tefsirciliğin ne böyle bir hükme ulaşması ne de Kur’an’da bahsi geçen her şeyin bizzat din ve dinin özüne ait olmadığı gerçeğini kavraması mümkündür. Çünkü bu tarz tefsircilikte esas amaç Kur’an’da söylenen ve kastedilen anlamı arayıp bulmak değil, bugün bizim içimizden geçen ya da “Kur’an şundan da söz etse ne güzel olurdu!” arzusunda ifadesini bulan anlam siparişlerini karşılamak, tabir caizse, “Efendim, buyrun işte tam da arzu ettiğiniz gibi bir anlam” dercesine yorumlar yapmaktır.

Kabullenilmesi zor ve acı verici olsa da içinde bulunduğumuz çağ bu tarz yorumların ve merdiven altı Kur’an yorumcularının altın çağıdır. Bu tarz yorumculuğunsistematik karakter kazanmasının miladı on dokuzuncu asırdır. Hafızlarımızı yoklarsak, on dokuzuncu asır İslam’ın dünya üzerindeki en son ve en büyük siyasi gücü olan Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler tarafından askeri, siyasi, kültürel açıdan çok yönlü mağlubiyete uğratıldığı, buna paralel olarak bütün Müslümanların ehl-i küfür karşısında şamar oğlanı durumuna düşmenin derin travmalarını yaşadığı çok talihsiz bir asırdır. Bu asırda müslüman âlim ve mütefekkirler inkıraz ve izmihlalin temel sebebini İslam dininin yanlış anlaşılıp yanlış uygulanmasına bağladılar ve bunun mantıksal sonucu olarak da tarihin seyrini müslümanların lehine çevirmenin tek mümkün yolunun gelenek safrasını atmış yepyeni bir din tasavvuru oluşturmaktan geçtiği noktasında karar kıldılar. Hâlbuki asırlar öncesinde İbn Haldûn, toplumların yükseliş ve çöküşünü dine bağlayıp din temelinde izah etmenin pek sağlıklı olmadığını söylemişti. Her neyse, bizim ıslah ve tecditçi mütefekkirlerimiz bu yeni din tasavvurunun ancak Kur’an’dan üretilebileceği ön kabulünden yol çıkarak hali hazırdaki perişanlığın tüm vebalini geleneğe yüklediler. Bu yanlış teşhisin kaçınılmaz kıldığı sonuç, evvelen geleneğin reddi ve tasfiyesi, saniyen ilimde sürekliliği sağlayan gelenekle irtibatınkesilmesi oldu. Gelenekten mahrumiyetin Kur’an tefsirine yansıması ise çok vahim sonuçlar doğurdu. Şöyle ki Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın Menar tefsirine girişte belirttiklerine göre geçmiş dönemlerde müfessirler Kur’an ayetlerini çok lüzumsuz meselelerle ilişkilendirmiş, olanca saçmalığı tefsir diye zikretmiş, eserlerine hurafe ve masal türünden sayısız rivayet dercetmişlerdir. Oysa Kur’an rehberdir, inzal ediliş gayesi insanlara rehberlik etmektir. Haliyle tefsir, Kur’an’ın rehberliğini hayata taşıma vesilesidir. Bu anlamda tefsir herkesin harcıdır. Diğer bir deyişle, müfessirlik harcıâlem bir iştir. Mademki Kur’an bize gönderilmiştir; o halde her müslüman Kur’an’ı açıp okuma, anlayıp yorumlama hakkına sahiptir.
İşte merdiven altı tefsirciliğine vücut veren fikrî damar M. Abduh ve R. Rıza’nın başını çektiği bu tecdit-ıslah damarıdır. Bu damardan beslenen tefsirler ictimai veya hidayetçi tefsir diye anılır. M. Abduh ve R. Rıza’nın ortak ürünü Tefsîru’l-Menâr’la hayata geçirilen hidayetçi tefsir projesinin radikalleşme istikametindeki en tipik örneği Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân adlı eseridir. Ancak bu eserde şerh edilen Kur’an dinî-ahlâkî bir mesaj olmaktan ziyade, siyasal-radikal İslamcılığın ideolojik manifestosu hüviyetindedir. Bu arada hatırlatmak gerekir ki Seyyid Kutub ve Fî Zilâl bu memleketin yakın geçmişinde tanık olunan cumasızlık, dârulharpçilik, tekfircilik gibi marjinal savrulmaların da referans merciileri arasındadır. Kur’an İslam’ı söyleminin bu topraklardaki en güçlü temsilini yapan ilk kuşak mealcilerin ilham kaynaklarından biri de yine Fî Zilâli’l-Kur’ân’dır. Bütün bunların yanında, bugün kanserli hücre gibi çoğalan merdiven altı tefsircilerinin ecdadı da M. Abduh, R. Rıza, Merâğî, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub gibi isimlerdir. Gerçi bu tefsirciler mezbur ecdadını yakından tanıyıp bilmez, hatta kimisi ret ve inkârda edebilir ama onların cehaleti ve inkâra yeltenmesi hakikati değiştirmez. Hatta denebilir ki bugün kendilerini gelenekçi, M. Abduh ve Reşid Rıza’yı modernist sayan çevrelerin dahi Kur’an tefsirindeki ataları da yine bu isimlerdir. Çünkü günümüzde kendilerini gelenekçi gören pek çok zevatın gelenekle ilişkisi yüzyıldan öteye gitmemektedir. Bunun böyle olduğunu tek bir örnekle biletest ve tespit etmek mümkündür.

Şöyle ki dinî düşüncede kendisini gelenekçi gören birine, “Tefsir kitaplarında yazdığına göre Hz. Âdem gökteki cennetten yeryüzüne düştüğünde boyu o kadar uzun, kilosu o kadar ağırmış ki gökyüzü ve yeryüzü Âdem’in boyundan ve kilosundan rahatsız olup Allah’a şikâyette bulunmuşlar. Bunun üzerine Allah Âdem’in başına eliyle bastırıp boyunu adamakıllı kısaltmış, haliyle kilosunu da aynı nispette azaltmış. Bu bilgiler sizce doğru mudur?” diye sorsanız, bu soruya “Yok artık! Bunlar düpedüz hurafe, masal, İsrâiliyyât” diye cevap vereceğinde hiç kuşkunuz olmasın. Hâlbuki bu bilgiler sahabe ve tabiun âlimlerinden menkul olarak asırlar boyu tefsir ve kısas-ı enbiya kitaplarında tekrar edilmiştir. Ancak son döneme gelindiğinde tefsir ve hadiste İsrâiliyyat’a dair müstakil eserler yazan ve son derece muhafazakâr-gelenekçi bir düşünce yapısına sahip olan M. Hüseyin ez-Zehebî, Remzi Na’nâa gibi isimler bu tür rivayetleri İslam’ın hurafe dini olduğu zehabını uyandıran saçmalıklar olarak değerlendirmiş ve bu değerlendirmede akla uygunluk ölçütünü esas almıştır. Oysa gelenekçi bir kimlik ve kişilikten beklenen, “Başta sahabemiz olmak üzere eski âlimlerimiz ne söylemişlerse doğru söylemişlerdir” şeklinde teslimiyetçi bir tavır sergilemesidir. Ama gelin görün ki dinî düşüncede kendilerini gelenekten yana konumlandıranlar sahabe ve tabiundan menkul izahlara bağlı kalmak yerine modern çağın rasyonel aklını esas almakta ve daha da kötüsü retorikte toz kondurmadığı sahabesini kimi zaman bir kalemdeçizip atmaktadır. Bütün bunlar bir tarafa, günümüzün gelenekçisi Hz. Âdem’in taa göklerdeki cennetten yeryüzüne düştüğüne ve parmağının bile incinmediğine şeksiz şüphesiz inanmakta ve bu inancı akla aykırı bulmamakta ama her nedense boyunun göklere uzanıyor olmasıyla ilgili rivayetleri hurafe saymaktadır. Günümüz gelenekçiliği işte böyle muhteşem ve hayranlık uyandırıcı tutarlılığa sahip bir gelenekçiliktir.

Yeri gelmişken belirtelim ki bu tarz gelenekçiliğin kurumsal düzeydeki en önemli temsilcilerinden biri Diyanet’tir. Şayet bu kurumun bünyesinde çalışıyorsanız, bilerek ve isteyerek ikbalden/istikbalden vazgeçmeyi göze almadıkça, dinî alanda gelenekselSünnî kabuller ve paradigmalara aykırı bir görüş savunmanız ve bu görüşün arkasında durmanız akıl kârı değildir. Diyanet nezdinde dinî düşünce ve anlayış ne kadar sabit ve standart olursa o kadar iyi ve makbuldür. Çünkü din milleti bir arada tutan, üniter yapıyı koruyan en temel unsurlardan biridir. Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti’ndeki en köklü ve sarsılmaz iki kurumdan biri Türk Silahlı Kuvvetleri, diğeri Diyanet’tir. Diyanet’te kök salmış kadroların genellikle milliyetçi, mukaddesatçı ve muhafazakâr düşünce yapısına sahip olmasıhiç tesadüf değildir. Dahası Diyanet’in temel misyonuile milliyetçi-muhafazakâr zihniyet arasında tam bir mutabakat vardır. Çünkü gerek Diyanet gerek milliyetçi-mukaddesatçı-muhafazakâr zihniyet için, dinin anlam ve değeri vatan ve milletin bölünmez bütünlüğüne sağladığı katkıyla doğru orantılıdır. Tabiatıyla din bizatihi amaç değil, araçtır. Diyanet vemilliyetçi-mukaddesatçı zihniyetin din ve dinî değerler konusundaki “Aman, her şey eski haliyle sabit kalsın”cı hassasiyeti vatan ve milletin bekasıyla ilgili bu araçsalcı/araçsallaştırıcı yaklaşımla irtibatlıdır. Diyanet’in gelenekçi karakteri de yine bu araçsalcı yaklaşımla bağlantılıdır. Burada anlatmaya çalıştığımız hususuDiyanet’in “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” konulu 2013 yılı Kutlu Doğum programlarındaki içerikle örneklendirmek mümkündür. Diyanet’in bu konuyu gündeme taşımasında Kürt açılımı, Alevi açılımı gibi siyasi projelerin doğrudan etkili olup olmadığı veya hangi oranda etkili olduğu hususunda bilgi sahibi değilim; bununla birlikte Diyanet’teki yönetici iradenin en başından “İnsan doğuştan şerefli ve onurlu bir varlıktır” temasını işlemeyi kafasına koyduğundan eminim.

Eminim dedim, çünkü Diyanet’in yayım işleriyle ilgili birimi benden “Kur’an’da İnsan Onuru” başlıklı bir yazı yazmamı talep etti. Ben de bu talep üzerine yazıyı yazdım ve yazıda insanın doğuştan şerefli ve onurlu bir varlık olmadığını vurguladım. Bu arada vurgumu en eski tefsir kaynaklarındaki izahata ve bilhassa insandan söz eden ayetlerin sahabe ve tabiun müfessirlerince nasıl anlaşılıp yorumlandığına dayandırdım. En nihayet konuyu, “İnsan kelimesi Kur’an’da kâfir insan tipine atıfla kullanılmakta ve hemen defasında nankörlük, kâfirlik, nadanlık, nobranlık gibi olumsuz sıfatlarla anılmaktadır. Kaldı ki ilgili ayetler sahabe, tabiun müfessirlerince de bu minvalde yorumlanmıştır. Onur, şeref vehbi değil kesbidir. Yani doğuştan gelen bir sıfat değil, sonradan iman ve sahil amelle kazanılan bir değerdir” diye sonucu bağladım. Ancak Diyanet bu yazıya, “Olmadı, Hocam” diye mukabelede bulundu. Çünkü dedi,“Biz bir kere insan onurludur diye hükmettik. Yanısıra ve-kerremnâ benî âdem ayetini, ‘Biz insanoğlunu onurlu yarattık’ diye çevirip bilboardlara astık. Bu saatten sonra söz konusu ayetlerin sahabe ve tabiun tarafından nasıl yorumlandığı, eski müfessirlerin bu ayetlerden ne anladığı pek önemli değil. Önemli olan, Kur’an’dan “İnsan doğuştan onurlu bir varlıktır” mesajının çıkarılmasıdır. Sizin yazıdaki muhtevaya ilmî açıdan söyleyecek sözümüz yok; fakat operasyonel açıdan değerlendirildiğinde yazdıklarınız işe yarar özellikte değil.”

İşte Diyanet’in gelenekçiliği böyle bir gelenekçiliktir. Daha açıkçası, Diyanet çok kere siyasi iradeyle eşgüdüm halinde hangi projeyi hayata geçirmek istiyorsa gelenek ve gelenekçilik o projedeki içeriğin takendisidir. Bundan ötesi amiyane tabirle hikâyedir. Eskiler ne güzel söylemiş, “At sahibine göre kişner” diye. Memlekette hükümet eden siyasi irade dindar bir kimlikle temayüz ettiği için, neredeyse bütün televizyon kanalları özellikle son yıllarda yayım programını hatimle açıyor, öğle saatlerinde vaaz ve irşatla devam ediyor, prime timede ise dini yayını mevlitle taçlandırıyor ve nihayet Kur’an kıraatiyle sonlandırıyor. Hemen bütün televizyon kanallarından vaaz, irşat, ilahi yağıyor. Kimi kanallar ise sözüm ona dinî vaaz irşadı stand-up konseptine uyarlanmış bir formatta sunuyor. Bu arada kimi kanallarda da merdiven altı tefsircilik devam ediyor. Bütün bunlar olup biterken milyonlarca insanın zihni din ve dinî görüş-yorum adına binbir çeşit yanlışın işgal ve istilasına uğruyor. İhtimal ki halkın önemli bir kesimi bu durumdan rahatsız olmuyor, kimbilir belki de büyük memnuniyet duyuyor. Buna mukabil ömrünü İslami ilimlere adayan, kimi zaman bir ayette ne söylendiğini anlamak için aylarca, yıllarca kafa patlatan birçok ilim erbabı, “Din ve dinî ilimler hiç bu denli ayağa düşmemişti” diye acı çekiyor. En azından bende kusma hissine yol açan bu pespayelik, ardında muhalled eserler bırakarak bu dünyadan göçüp gitmiş nice müfessirin de kemiklerini sızlatıyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=769

1 yorum:


  1. BÜTÜN MEALCİLERE TOPLUMUN BİR FERDİ OLARAK SİZLERLE BENİM HESABIM
    ÖBÜR DÜNYADA

    “Yine biz Kur’an’ı öncelikle kendi nüzul ortamında anlayıp yorumlamaya çalışsaydık, birçok ayetteki mevzunun din ve dinin özüne ait olmadığı gerçeğini de idrak etmiş olurduk. Ne var ki merdiven altı tefsirciliğin ne böyle bir hükme ulaşması ne de Kur’an’da bahsi geçen her şeyin bizzat din ve dinin özüne ait olmadığı gerçeğini kavraması mümkündür.”

    Demişsiniz sayın hocam. Allah aşkına yeter artık insanların ruh hastası olmasına vesile olan bu insafsızca uygulamalar anlatımlar- çelişkiler ne zaman bitecek, bu işler bir zulme döndü artık. Ben eğer hakkım varsa tüm ilahıyatçılardan hesap soracağım ahirette ve hakkımı inanın zor helal edeceğim. Kardeşim bu ne yahu insan kendi dinini anlayamayacak bir ortamda- dünyada -insanların arasında ne sayarsan say artık doğar mı yahu ? Doğduk doğmasına da ama ben ilahiyatçı olmadım/olamadım bende bir başka meslekle bu topluma hizmet ettim. Herkesten ilahiyatçı olmasını beklemek zaten doğru olmasa gerek ama ne yapıyor ilahiyatçılar birsinin dediğini öbürü yalanlıyor sebebini ben bilemem ama kına geldi yahu ayıptır ayıp. Bu topluma zulmettiniz. Ortada Allahın açık seçik anlayasınız diye …. Gönderdiği ..apaçaktır… dediği bir kitap var. Adından ilahiyatçısınız ömrünüzü bu işe verdiniz bu işin uzmanısınız toplum sizden bir şey bekliyor kitabı onlara anlatmak anlatmak bu kadar ama siz ne yapıyorsunuz farklı farklı anlatımlar bırakın milleti daha siz anlamamışsınız kuranı başka bir anlatımla Allah anlaşılmasını istemediği bir kitap göndermiş gezegene. Yazıktır yahu yazıktır. Artık ben Allahın kitabında ne dediğini demek istediğini net öğrenmek istiyorum. Zulum çekiyorum çünkü zulum bu tavrınızla zulmediyorsunuz toplumun sizlerden beklediği şu işi net ortaya koyun Allah Aşkına delirmek üzereyiz….


    YanıtlaSil