Gülen Cemaati ve Melez Teoloji: Mehdîlik, Takiyye, Müdârâcılık


Gülen Cemaati ve Melez Teoloji: Mehdîlik, Takiyye, Müdârâcılık
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 

(Bu yazı 9 Şubat 2014 Pazar günü Star Açık Görüş Gazetesi’den yayımlanmıştır)

Teoloji İslâmî terminolojide “Kelam” kavramıyla karşılanır. Bu anlamda Kelam, naslardan hareketle İslâm dininin inanç ve davranışlarla ilgili temel prensiplerini belirleyip bu prensipleri aklî yöntemlerle temellendirmeyi hedefleyen ilmî disiplinin adıdır. Gazâli ve Fahreddîn er-Râzî gibi büyük âlimlere göre ulûm-i İslâmiyye hiyerarşisinde Kelam ilimlerin şahıdır. Çünkükelam dinî asıllar ve ilkelerin (usûlü’d-dîn) ilmidir. Tefsir, hadis, fıkıh gibi diğer İslâmîilimler Kelam’ın iyali ve hizmetçisi mesabesindedir. Bunun içindir ki herhangi bir ayetin ne şekilde tevil ya da tercüme edileceği veya Kur’an’a ilişkin herhangi bir yorumun geçerliliği dahi kelâmî kabullere göre belirlenir. Denebilir ki Kelam tüm İslâmî fırkalar ve gruplar için başta Allah tasavvuru olmak üzere din, varlık ve eşyaya bakış açısını şekillendiren, fert ve toplumun dünya görüşünü belirleyen, bunun yanında dogma üretme ve iç ötekileştirmeyle Ehl-i bidat kategorisini de tanzim eden bir ilim, hatta ilimden ziyade naslarla talil ve tahkim edilmiş bir ideolojidir.

Teolojik hamuru yalınkat akait mayasıyla yoğrulmuş bu topraklarda bir kişinin geniş kitleleri tam bir teslimiyet ve sadakatle peşinden sürüklemesinin en işlek ve işlevsel yolu, din ve dinî terminoloji üzerinden müslümanlığa eşitlenmiş mutlak itaat ve biat kültürünü özümsetmektir. Tasavvuf ve tarikat geleneğinde de görüldüğü üzere halk dindarlığı bu kültürü özümsemeye teşnedir. Öyle bir teşnelik ki devlet otoritesiyle şeyh karizması arasında tercih yapmak söz konusu olduğunda, hiç tereddütsüz şeyh karizmasından yana tercihte bulunmak, derhal ifası gereken bir vecibe mesabesindedir. Mutlak itaat ve biat kültürüne Türk düşünce geleneğindeki devlet algısı da eklendiğinde şeyh efendinin otoritesi adeta çelikleşir.

Cemaat bünyesinde Gülen’e atfedilen mutlak otorite ve karizmanın teşekkülünde mistik ve melankolik dinî retoriğin yanında devletçilik fikrinin de önemli rol oynadığı kuşkusuzdur. Zira Gülen’in 1980 darbesinden bir ay kadar sonra Sızıntı dergisinde yayımladığı “Son Karakol” başlıklı yazısında Mehmetçik üzerinden devlet ve askerî vesayete selam durduğu malumdur. Kuşkusuz Gülen şimdi de sıkı bir devletçidir; ama hâl-i hazırdaki devletçilik, sivil iktidara “Artık çekilip gidin” diyerekten askeri vesayete şirin görünmek ve/veya darbe erkânına methiyeler düzmek şeklinde değil, devlet bünyesinde paralel bir yapı oluşturup Okyanus ötesinden gönderdiği talimatlarla bu yapıyı sevk ve idare etmek şeklinde bir görüntü vermektedir. Devlet içinde devlet kurup asıl devleti teslim almak söz konusu olunca, bu mesiyanik cemaatin kimi zaman Şah Kulu’na benzer bir rol üstlenmesi de pekâlâ mümkün olabilmektedir.

Anadolu coğrafyasında filizlenmiş bir hareket olarak Gülen cemaati fikrî nesep ve kültürel kimlik itibariyle bu topraklara aittir; fakat hâl-i hazırdaki hareket fıkhı dikkate alındığında artık hibritleşmiş/melezleşmiş bir karaktere sahiptir. Uzun yıllar boyunca kâh öz vatanda diaspora algısı, kâh arada kalmışlık duygusu gibi travmalarla baş etmeye çalışan cemaat özellikle yurt dışına açıldıktan sonra yeni bir kimlik edinme ihtiyacı hissetmiş, haliyle bu süreçte gerçekleşen kimlik ve karakter melezleşmesini bilerek ve isteyerek tercih etmiştir. Söz konusu melezleşme, farklı kültürlere ait semboller, söylemler ve imgelerin yeni bir kültür potasında bibiriyle kaynaştırılması yahut çeşitli kültürlere ait farklı unsurların olgusal düzlemde harmanlanması diye tanımlanan senkretizm kavramıyla da ifade edilebilir.

Kimlik ve karakter melezleşmesine paralel olarak cemaat teolojik zeminde de melezleşmiş ve bu olgu Gülen’in 1998’de Papa II. John Paul’le görüşmesi, 1999’da Türkiye’den ayrılıp Amerika’ya yerleşmesi ve liderlik ettiği harekete küresel ölçekli hedefler belirlemesi sürecinde tedricen gerçekleşmiştir. Cemaat küresel ölçekte mesafe aldıkça hem kendisine vücut veren milli, yerli değerlerle irtibatını zayıflatmış, hem de aşıyı kendinden yaparak gelişme stratejisini rafa kaldırmış, buna mukabil yaban eller ve kültürlerle hemdem olma çabasına ivme kazandırmıştır. Bu arada küreselleşen cesamet Gülen ve cemaate mesiyanik, mesihçi bir misyon üstlenme yönünde bir fikir aşısı da yapmıştır.

Gözlemlendiği kadarıyla Gülen kendisini insanlığın maddi/manevi sıkıntılarını sona erdirecek, dinî ve içtimaî hayatı kemale eriştirecek bir ruhani otorite olarak algılamakta ve bu algı İslam geleneğindeki mehdi/mehdilik inancını anımsatmaktadır. Ne var ki hicrî 3. asırdan itibaren İsnâaşeriyye Şiası arasında kökleşen ve bu fırkayı diğerlerinden ayıran önemli bir inanç esası haline gelen, bu arada muhafazakâr ulemanın tazyikiyle Ehl-i sünnet dünyasına da sirayet eden mehdi inancı tarihsel tecrübede huzur ve sükûndan çok huzursuzluğa, adaletten çok zulme medar olmuş, dahası İslam tarihinde siyasi ikbal ve iktidara göz diken pek çok kimse mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp müslümanların sosyal dirlik/düzenini parçalamış ve kanlı çatışmalara yol açmıştır.

Bu bağlamda Gülen cemaatinin kişisel karizma ve otorite mezhebi olarak tanınan Şia’nın reflekslerine benzer refleksler sergilemeye başladığı, Gülen’in de bir icma mezhebi olan Sünnîlikte ön plana çıkan ümmet masumiyeti fikrinin aksine Şiîliğin ilâhîhak nazariyesi ekseninde geliştirdiği kişisel karizmaya dayalı masum imam profilini yansıttığı tespitinde bulunabilir. Her ne kadar bugüne değin yeterince fark edilmemiş olsa da Gülen cemaatindeki hareket fıkhı, Hatem Ete’nin isabetli tespitiyle, kendisini İslam’ın, ülkenin ve belki de bütün dünyanın geleceği için yegâne kurtuluş ümidi olarak kodlayan bir anlayışla oluşturulmuş ve bu anlayış gerektiğinde her şeyin cemaat uğruna ikinci plana atılıp gözden çıkarılacağı yönünde tekçi, özcü ve narsist bir kendilik algısının benimsenmesine yol açmıştır. Kendi varlığını çok mümtaz gören ve yine kendisini sair dinî grup ve cemaatlerden ayrıştırmaya büyük özen gösteren, bu arada kibirden de pek ödün vermeyen cemaat kendi selameti, menfaat ve maslahatı için başka her şeyin feda edilmesini caiz görenbir itikat geliştirmiştir. Öte yandan hedef noktasına kazasız-belasız ulaşmak uğruna cemaat mensuplarının özellikle kriz vasatlarında İslâmî ilkelerle pek bağdaşmayan, gerektiğinde dinî-ahlâkî hassasiyetleri askıya alan davranışlar sergilemesi de tecviz edilmiştir. Tedbir diye kavramlaştırılan bu cevaz anlayışı, Şiî gelenekteki takiyye siyasetinin satın alınması ve masum bir adlandırmayla Ehl-i Sünnet dünyasına taşınması olarak değerlendirilebilir. Cemaat diğer İslami gruplar arasında ciddi rahatsızlık yaratan çok boyutlu güç tedarikini ve bilhassa yargı, emniyet gibi kritik kurumlarda kadrolaşma ve diğer bütün grupları saf dışı bırakma kabiliyetini işbu tedbir-takiyye siyasetine borçludur. Takiyyenin böylesi, Ali Şeriati’nin ifadesiyle, “Ali Şiası”ndan çok “Safevî Şiası”na özgüdür. Safevî Şiası’nda takiyye kişinin veya grubun kurulu düzeni korumak, kendi selametini garanti altına almak, sıkıntı ve zarara uğramamak için hâkim erkin/otoritenin baskı ve zulümleri karşısında suskun kalmasıdır.

Cemaatin tedbir/takiyye siyasetinde müdârâcılık da göz ardı edilmemesi gereken bir bileşendir. Genellikle “hoşgörülü olmak, insanlarla iyi geçinmek” diye karşılanan müdârâ kelimesi dinî terminolojide, muhtemel zararından ve/veya huzursuzluğa yol açmasından kaygı duyulan kişilere/çevrelere karşı nazik davranmak ve alttan almak suretiyle bela savmayı, belli ölçüde de gönül kazanmayı ifade eder. Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Ebü’d-Derdâ hasımlara yönelik müdârâcılığı, “Biz bazı kimselere karşı içimiz öfke dolu olduğu halde güler yüzlü olmaya çalışırdık” (Buhârî, “Edeb” 82) diye tarif etmiştir. 17 Aralık’tan bugüne yaşanan hadiseler dikkate alındığında, cemaatin siyasi iktidarla hukukunu en başından itibaren böyle bir müdârâ siyasetiyle sürdürmüş olduğundan söz etmek mümkündür. Diğer taraftan 1980 ve 28 Şubat darbelerinin yaşandığı hangamede Gülen’in askeri vesayete karşı kendini ifade ediş tarzında da takiyyeyle memzuç bir müdârâ siyasetinin belirleyici olduğu tespitinde bulunulabilir.

Gerek askeri gerek kemalist siyasi ve bürokratik erkâna karşı öteden beri müdârâcı bir tavır sergileyen ve bu çevrelerle ilişkisini son yıllara kadar hep bu minvalde sürdürmeyi prensip edinen cemaatin belki de kırk yıllık serencamında belki de en rahat şekilde hareket ettiği ve hemen her istediğine kolaylıkla eriştiği bir dönemin siyasi iktidarına dört bir yandan saldırması, üstelik bu topyekün taarruzda temekkün şartını pek dikkate almamış olması gerçekten düşündürücüdür. Belli ki cemaat artık,“Ben eski ben değilim” dercesine çok büyük bir özgüvenle hareket etmektedir. Güç zehirlenmesi gibi çok ciddi komplikasyonları da bulunan bu aşırı özgüven, bir yönüyle cemaatin kesbettiği küresel cesamet ve bu cesametten neşet eden büyük cesaret, bir yönüyle de Gülen ve cemaatin şahs-ı manevisine yüklenen seçilmiş kurtarıcı misyonuyla ilintili olsa gerektir.
    
Güç kazandığı her alanda cemaatin işgalci gibi davranması, resmi ya da sivil hemen hiçbir alanda kendisinden başkasına nefes aldırmaması ve dindaşlık, vatandaşlık paydasını yok sayması gibi gariplikler de cemaatin kendini “seçilmiş” olarak görmesi ve buna bağlı olarak ilahi irade tarafından mutlak hakikatin temsilcisi ve insanlığın kurtarıcısı gibi eşsiz bir misyon yüklendiğini düşünmesiyle ilgili olsa gerektir. Zira Gülen yakın geçmişteki “tarihi tekerrürler ve bir uzun temenni” başlıklı sohbetinde, “Bugün olup-biten hâdiseleri, kalb ve ruh rasathanelerinden temaşa edebilenler… himmet ve gayret çağlayanları, ilâhi lütuflar mecrasında ve ummana doğru gürül gürül çağıldamakta, hem de hiçbir engebeye takılmadan, karşılarına çıkan maniaların bazılarının üstünden aşarak, bazılarının da kenarından-köşesinden dolaşarak arkalarında bıraktıklarıen güzel hendesî çizgilerle kaderî programların kendilerine yüklediği misyonu bütün teferruatıyla temsile çalışmaktalar. Onlar yürüyor, yollar onlara selâm duruyor. Yürüdükleri her yerde aşılmaz gibi görülen engeller onların karşısında secdeye kapanıp dümdüz kesiliyor; kesiliyor ve âdeta bu kutluların ayaklarına yüz sürüyor.” derken tam da bu seçilmişlik telakkisini şerh etmiştir.

Anlaşıldığı kadarıyla Gülen en azından Türkiye’yi bir arz-ı mev’ûd olarak algılamakta ve ilahi irade tarafından kendi cemaatine tapulandığına inandığı bu topraklarda Tanrı’nın krallığını tesis etmek adına, tıpkı Yahudilerin Tanrı Yehova’ya ait hükümranlığın yeryüzünde tesisine engel teşkil eden herkesi ebedi düşman olarak kodlayıp onlarla sonsuza kadar savaşmayı mutlak farz olarak görmesini hatırlatan bir tutum takınmaktadır. Bu noktada cemaatin kendinden başkasını yok mesabesinde görmesi, diğer bütün müslümanların değerini cemaate hizmetle ölçmesi ve hasım bildiklerini bertaraf etme hususunda hiçbir kural tanımayacak kadar acımasız davranması da Tanrı’nın yeryüzündeki planınıgerçekleştirmek üzere bizzat O’nun tarafından seçilmişlik algısına hamledilebilir.

Kur’an’da İsrailoğulları’na atıfla zikredilen “Ben sizi cümle âleme üstün kıldım” ifadesindeki “Siz” zamirinin “cemaat”e rücu ettilerek yorumlandığını düşündüren bu algıYahudilerin Tanrı’yı millileştirip diğer bütün insanları kendilerine hizmet için yaratılmış mahlûkat olarak görmesini de hatırlatmaktadır. O kadar ki başta Hz. Peygamber olmak üzere ahirete irtihal etmiş sayısız din büyüğü şahs-ı manevileri ve ruhaniyetleriyle cemaati desteklemekte, dahası Hz. Peygamber bazı cemaat mensuplarına rüyada temessül edip “tweet sayısını ikiye katlayın” talimatı vermektedir.

Cemaatte sıkça kullanılan “şefkat tokadı” kavramsallaştırmasıda seçilmişlik kapsamında mütalaa edilebilir. Gülen tarafından, “Sevenin sevdiğine sevgi eksenli, onu doğru yola getirme maksadıyla, kulağını çekme ve azarlama” diye tarif edilen bu tokat, ulvî vazifeyi ifa sırasında ortaya çıkan ihmal ve kusurlara karşıilahi irade tarafından yapılan tatlı-sert bir ikaz olarak düşünülmektedir. İsrailoğulları’nın tarih boyunca Yehova tarafından sık sık cezalandırılmasıve bu cezalandırmanın seçilmiş İsrail kavmi için bir tür ilahi rehabilitasyon gibi algılanması olgusunu anımsatan bu düşünce ekseninde cemaat hiç hesapta olmayan kötü sürprizler ve olumsuz gelişmeleri Allah’tan gelen tatlı ikazlar olarak algılamakta, bu arada kendilerini,“Kasap sevdiği postu yerden yere vurur” fahvasınca “seçilmişler” zümresinden saymaktadır.

Belli ki bu seçilmişlik algısı cemaatte gözle görülür bir narsizm/özseverlik duygusu yaratmıştır. Narsist kişilikler genellikle sınırlı güç ve şehvetlerinin sınırı yokmuş gibi davranır. Bütün her şey “ben”den ibaret sayıldığı için narsistlerin dış dünyayı algılaması, halden anlaması pek mümkün değildir. Yine narsistler başkalarına ait hak-hukuku görmezden gelerek ve her daim kendisini haklı görerek hep en önde, en gözde ve biricik olmak isterler. Sanki her şey sadece kendileri için vardır ve ne pahasına olursa olsun bütün her şeyin kendi amaçlarına hizmet etmesi lazımdır. Başkaları bu amaçlara hizmet ettiği sürece vardır, aksi halde yoktur ya da yok olmalıdır. Narsist kişilikler kendi planları akamete uğradığında öfkelerine hâkim olamaz, saldırganlaşır, hatta birtakım psikotik hallere maruz kalır. Tam bu noktada cemaatteki narsizmin kimi zaman abartılı tevazu formuna büründürülmüş bir kibir ve ucb şeklinde de tezahür ettiğini hatırlatmak gerekir. Bilindiği gibi abartılı tevazu kibir göstergesidir. “Övülmek isterseniz, alçakgönüllülüğü yem olarak kullanın” denilmesi de bundan olsa gerektir.

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=877

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder