Gülen’in Dünyevi Ajandası Kabarık

Gülen’in Dünyevi Ajandası Kabarık
-Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK’le Gülen Cemaati Üzerine Söyleşi-


(Bu söyleşi, 24 Şubat 2014 pazartesi günü yukarıdaki başlıkla GERÇEK HAYAT dergisinin 696. sayısında yayımlanmıştır).


Gerçek Hayat: Cemaat her organizasyonunu Peygamber Efendimiz’in ziyaret ettiği iddiasından sonra, bir dizilerinde Peygamber Efendimiz’in ziyaret ettiğini ulusal bir kanalda -tabir-i caizse- gösterdiler. Bu hadsizlikten önce de bir mensubun Peygamber Efendimiz’i rüyasında gördüğü ve tweetleri ikiye katlamalarını söylediğini ve Fethullah Gülen’inde bu rüyayı onayladığı bir ses kaydı dinledik hepimiz. Cemaat’in Hz. Muhammed üzerinden inşa etmeye çalıştığı şey ne olabilir?

Malum cemaatin Hz. Muhammed üzerinden inşa etmeye çalıştığı şey bana şunu düşündürmekte: Cemaat, ulusal ve uluslararası işbirlikçileriyle birlikte başbakan ve hükümete karşı açtığı savaşta hem kendi tabanındaki muhtemel çatlaklar ve dağılmaların mümkün mertebe önünü almak, hem de 17 ve 25 Aralık’ta yaşananlara benzer hücumlarda intihar komandosu gibi performans göstermeye namzet neferlerine motivasyon aşısı yapmak için, Hz. Peygamber’in ruhaniyetini ve manevi otoritesini istismar etmektedir. Tehdit, şantaj, kasetçilik, hükümet aleyhine hemen her mahfille ittifak ve gizli kapaklı pazarlık gibi enva-i çeşit taarruz yönteminin mubah sayıldığı devlete tasallut, hükümete darbe girişiminde peygamber ve melek imgelerini bir atımlık barut gibi kullanabilecek kadar muvazeneyi kaybetmiş görünen cemaat Hz. Peygamber üzerinden kendi tabanına adeta Tevbe suresi 40. ayette Hz. Peygamber’in dilinden aktarılan, lâ tahzen innellâhe meanâ (Üzülme, tasalanma; zira Allah bizimle beraberdir!) ifadesindekine benzer bir mesaj da vermektedir.

Cemaat bu tür mesajları dinî değer ve sembollerle vermek mecburiyetinde, çünkü gerek taraftar tedariki, gerek güç ve nüfuz terakümü noktasında en başından beri hep dinin ekmeğiyle beslendiğini çok iyi bilmektedir. Gülen’in yıllar yılı devam eden ağlamaklı vaazlarını hatırlayın. Hep din, hep ahiret, hep uhrevilik, hep tasavvufî anlamda fakirlik ve abd-i acizlik var huzurlarınızda. Peki, bugün gelinen noktada ne var karşımızda? Ortalığa saçılan birkaç ses kaydı bile pür dinî ve uhrevî vaazlarla oluşturulan manevi güç ve karizmanın neredeyse tümden dünyevî, siyasi içerikli bir ajandayı hayata geçirme yolunda semerelendirildiğini kanıtlamakta; bu öyle bir ajanda ki Hayrettin Karaman’ın bilmem hangi toplantıda konuşturulup konuşturulmaması meselesinden dizi film senaryosuna, Tüpraş’la ilgili teftişten önce “Tedbirlerini alsınlar”, “İcabında mahkemenin altını üstüne getireceksiniz; avukat da kiralayacaksınız, hâkim de” gibi talimatlardan CHP’nin İstanbul’da kimi aday gösterdiğine kadar sayısız dünyevî ve siyasi işler kendisini “Kıtmir” diye nitelendirebilecek kadar mütevazı, fakir, aciz, zahid olarak takdim etmekle maruf ve meşhur olan Fethullah Gülen’in bilgisi dâhilinde gerçekleşmektedir. Bence bu ibretlik tablo şu saatten sonra cemaatin gerçek kimliği ve hedefi hakkında uzun uzun konuşmanın külliyen laf-ı güzaf olduğunu ortaya koyan yalın bir gerçekliktir.     

Hz. Peygamber meselesine dönersek, cemaat medyası söz konusu dizide Hz. Peygamber’i kamyonet kasasına bindirmek, rüya yoluyla da tweetleri artırma talimatı verdirmekle bir yandan Hz. Muhammed’in ve dolayısıyla Allah’ın kendilerini desteklediği mesajını vermekte, diğer yandan da “Hak ve hakikat bizden sorulur” demeye getirmektedir. Bu arada kendi hakikatlerinin mücadelesi uğruna yaşanacak sıkıntıların, “Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber” dizesinde ifadesini bulan çok büyük bir manevi mükâfata tahvil olunacağı da ima edilmektedir. Kanımca Hasan Sabbah, Haşhâşî, Fedai gibi tanımlamalar işte tam bu noktada karşılık bulmakta ve cemaatin Hz. Muhammed imgesini istimal ve istismar biçimi, Hasan Sabbah’ın birer suikastçı ve/veya intihar komandosu olarak eğitilen fedailerini motive etme yöntemini anımsatmaktadır.

Gülen’in sevk ve idaresinde cemaat oligarşisinin kendi tabanına bu tür mesajlar vermesi müthiş bir özgüveni imlemektedir. Bana öyle geliyor ki bu özgüven “seçilmişlik” vehmiyle ilgilidir. Bu vehim Kur’an’da bir grup Medineli Yahudinin dilinden aktarılan “nahnü ebnâullâhi ve ehibbâuh” (Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız) şeklindeki hüsnü kuruntuya benzetilebilir. Öteden beri kendilerini diğer bütün İslâmî cemaatlerden ayrıştırmaya büyük özen göstermesi ve aynı zamanda tevazu görünümlü bir kibirle temayüz etmesi dikkate alındığında, Gülen ve cemaat oligarşisinin de kendilerine yönelik bir seçilmişlik algısına sahip olduğu söylenebilir.

Böyle bir algıdan hakikat tekelciliği ve/veya mutlak hakikatin sadece kendilerince temsil edildiği yönünde bir itikat ortaya çıkması gayet tabii bir sonuçtur. Sanrı (vehim) algıya, algı itikada dönüşünce Hz. Peygamber’e dizi filmde rol vermenin dinî ve/veya ahlâkî sakıncasını muhakeme imkânı da ortadan kalkar. Oysa biz biliyoruz ki İslam tarihi boyunca Hz. Peygamber’in temsili resmi -ki bir ressam tarafından çizilip Humeyni’ye hediye edilen ve hâlen onun evinde bulunan temsili resim gibi istisnalar hariç- bile yapılmamış, yine bilebildiğimiz kadarıyla hiçbir sinema filminde peygamber rolü oynanmamıştır. Hafızam beni yanıltmıyorsa ya da eğer yanlış bilmiyorsam, Gülen cemaatinin klasikleşmiş süreli yayınlarından biri olan Sızıntı dergisinin eski sayılarında insan resmi yayımlama konusunda bile muhtemelen teşebbüh bi-halkillah kaygısıyla kılı kırk yaran bir titizlik gösterilir ve insan suretlerinin boyun kısmına belirgin bir çizgi çekilirdi. Hâl-i hazırda ise Hz. Peygamber’i bir dizi filmde kamyonet kasasına bindirmekte hiçbir sakınca görülmemektedir. Bu örnek, 15-20 yıllık bir zaman diliminde cemaatin bir tür protestanlaşma yönünde evrimleştiğini -ki bu tarz bir evrimleşme diğer cemaatler için de az çok geçerlidir- göstermektedir.

Gerçek Hayat: Rüyalara yapılan bu özel vurgunun sebebi nedir? Nasıl okumak gerekir?

Bence bunun temel sebebi, cemaatin kendi faaliyetlerine çok özel, mahrem, esrarengiz ve aynı zamanda sorgulama/tartışmaya kapalı bir hüccet kaynağı oluşturma çabasıdır. Bildiğiniz gibi en sağlam dinî hüccet kaynağı Kur’an ve sahih sünnettir. Ancak bu iki kaynak bize lisanî bir metin, yani nas olarak intikal etmiştir. Nasların tefsir ve te’vili her zaman ihtilafa konu olmuştur. İhtilaf bir yönüyle nassın doğasından, ama daha çok da yorumcunun kelami-itikadi paradigmasından kaynaklanır. Te’vil ihtilafını pratikte ortadan kaldırma imkânı bulunmadığı için, nas üzerinden lâ yüs’el bir hücciyet tesis etmek pek mümkün değildir. Kaldı ki herhangi bir konuda ayet ve hadisle istidlalde bulunmak vaka-i âdiyedendir; bu yüzden de artık sıradanlaşmış istidlallerle geniş kitleleri ikna etmek pek olası görünmemektedir. Cemaat buradaki tıkanıklığın mistik ve gizemli bir yol olan rüyayı devreye sokarak aşılacağını keşfetmiştir. Rüya yoluyla hüccet tedarikinin gaybî ve metafizik âlemle irtibatlı olma algısı yaratmak ve sıradışı olmak gibi çok ciddi bir getirisi de vardır. Bu sıradışılık hem rüya sahiplerine manevi karizma kazandırır hem de rüyayla amel etmeyi meşrulaştırır. Oysa Ehl-i sünnet kelamcılarının genel kanaatine göre rüya kesin bilgi vasıtası olmadığı gibi hüccet de değildir. Buna mukabil Şiîler masum imamın rüyada muttali olduğu hususların hüccet değeri taşıdığı kanaatindedir. Tasavvufî gelenekte derüya marifet, hikmet, vaaz, irşad, uyarı gibihususların kaynağıdır. Birçok sûfî ve zahid gördüğü rüyaya göre pratik hayatına yön vermiş, tarikatlarda ise rüyalar seyr-i sülûkün bir cüz’üolarak değerlendirilmiştir.  Gülen cemaati söylem düzeyinde tasavvuf ve tarikat yapılanmasına mesafeli durmakla birlikte, rüyayı kullanma ve rüya üzerinden kendi taraftarlarına mutlak biat ve sadakat kültürü aşılama hususunda ehl-i tasavvufun onca asırlık birikimini ödünçlemiş, üstelik bunu çok daha geniş spektrumlu olarak kullanmayı da becermiştir.
Kabul etmek gerekir ki rüyanın tabiatındaki gizemlilik ve sübjektiflik gibi hususiyetler istismar kapısını açan bir anahtar olma potansiyeli de taşır. Çünkü rüya denen tecrübenin kerameti bizzat rüya sahibinden menkuldür. İstismar kapısı açıldığında hurafe, hezeyan, şatahat, türrehat, gibi şeylerle karşılaşmak işten bile değildir. Bu vesileyle hurafe denen şeyin büyük ölçüde popüler dinî edebiyattan beslenen Anadolu halk dindarlığındaki merak duygusunu en fazla kamçılayan ve dinî iştah açan temel unsurlardan birisi olduğunu da hatırlatmak gerekir.

Gerçek Hayat: Bir yazınızda Cemaat’in İsrailiyyât vurgusu yaptığını söylüyorsunuz. Peki, Şia’daki mehdi anlayışı ile Cemaat arasındaki nasıl bir ilişki kurabiliriz? Böyle bir yaklaşım söz konusu olabilir mi?

Cemaatle ilgili İsrâiliyyât vurgum, ilk iki sorunuzda izah etmeye çalıştığım istismar meselesiyle ilgilidir. Daha açıkçası, cemaatin genellikle rüya yoluyla Hz. Peygamber’i kendi faaliyetlerini meşrulaştırma aracı kılması istismar, bu istismarın formatı da çağdaş İsrâiliyâttır. Bu bağlamda İsrâiliyyât kavramı hurafe, masal, efsane, üstûre, ihtilak, tekavvül gibi kelimelerini de içeren çok geniş bir anlam taşır. Şiî gelenekteki mehdi ve mehdilik telakkisine gelince, bu telakkinin ortaya çıkışında çok farklı sebeplerden söz edilebilirse de kanımca en temel sebep, Emeviler ve Abbasilerin hüküm sürdüğü dönemlerde Ehl-i Beyt ve taraftarlarına reva görülen baskı, şiddet politikasının yarattığı travmaların kaçınılmaz kıldığı “Kurtarıcı” beklentisidir. Bu beklenti etrafında şekillenen mehdi ve mehdilik telakkisinin benzerlerine başka din ve kültürlerde de rastlanabilir. Sözgelimi, Mecusilikteki şaoşyant, Budizmde maytreya, Yahudilik ve Hıristiyanlıkta mesih kavramları bizdeki mehdi ve mehdiliğin bir bakıma muadilleridir. Hicrî 3. asırdan itibaren İsnâaşeriyye Şiası arasında kökleşen ve bu fırkayı diğerlerinden ayıran önemli bir inanç esası haline gelen, bu arada muhafazakâr ulemanın tazyikiyle Ehl-i sünnet dünyasına da sirayet eden mehdi inancı tarihsel tecrübede huzur ve sükûndan çok huzursuzluğa, adaletten çok zulme medar olmuş, dahası İslam tarihinde siyasi ikbal ve iktidara göz diken pek çok kimse mehdi olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp müslümanların sosyal dirlik/düzenini parçalamış ve kanlı çatışmalara yol açmıştır. Ayrıca, mehdilik ile meczupluk arasında öteden beri hep bir hısımlık olmuştur. Bana göre Şia’nın klasik mehdi anlayışıyla cemaatin mehdi anlayışı arasında öz ve esasa müteallik ciddi bir fark yoktur. Ancak şöyle bir farklılıktan söz etmek mümkündür: Şia’da mehdi sadece belli bir figüre tekabül eder. Cemaatte ise mehdi sanki bir sıfat ve misyon olarak Fethullah Gülen’i, mehdiyyet ise cemaati imler gibidir. Başka bir ifadeyle, Gülen mehdi misyonuna, cemaat ise kurumsal bedenleşme yoluyla mehdinin gören gözü, işiten kulağı olma işlevine sahip olduğu ileri sürülebilir. Buna göre cemaatteki mehdilik telakkisi Şia’dan farklı olarak, hem ferdî hem içtimaidir.

Gerçek Hayat: Cemaat’i Opus Dei gibi, Tapınak Şövalyeleri gibi derin yapılarla benzeştiriyorsunuz. Bu benzerliklerin nereden kaynaklandığını anlatabilir misiniz?

Söz konusu benzerlikler daha ziyade cemaatin iç yapılanması ve faaliyet alanlarında kendini göstermektedir. Şöyle ki Batı dünyasında Opus Dei örgütü Katolikliğe sadık iş ve meslek sahiplerini bir araya getirmek suretiyle Papa’ya Vatikan dışında destek sağlayacak zengin ve iyi eğitim görmüş elit bir kadro oluşturmak maksadıyla kurulmuştur. Gizli bir örgüt olan -ki tam bu noktada Gülen cemaatinin kırk yıllık serencamını, devlet kurumlarında yapılanma tarzını düşünmek gerekir- Opus Dei’nin tüm üyeleri meslek sahibi Katoliklerden oluşmakta, her ülkede örgütten sorumlu bir kardinal bulunmaktadır. Bu örgüte göre Papa’nın kimliği Kilise’nin de, papalık makamının da fevkindedir.

Bir Fransız soylusu tarafından on ikinci yüzyılın başlarında Kudüs’teki Hıristiyan hacıları korumak için dokuz şövalyelik bir grup olarak kurulan Tapınak/Mabet Şövalyeleri tarikatı da kendi içinde baş efendi, ihtiyar heyeti, yerel/bölgesel komutanlar, şövalyeler komutanı, evler komutanı, çavuşlar, acemiler gibi çok etraflı bir hiyerarşik yapılanmaya sahiptir. Bu yapılanma Gülen cemaatindeki hiyerarşik yapıyı, yani ülkeden, bölgeden, şehirden, ilçeden, farklı devlet kurumlarından sorumlu imamlar, abiler, ablalar, şakirtler gibi ince işçilikli yapılanmayı anımsatmaktadır. Ayrıca Cizvit tarikatındaki, (1) Tarikat üyeleri her toplumsal bünyeye adaptasyon sağlayabilir; (2) Tarikattaki en büyük yatırımlar insan odaklıdır; hedefler ise hep uzun vadeli olarak tasarlanır; (3) Tarikata kabul edilen insanlar uzun süreli eğitime tabi tutulur. Özellikle fakir ve yetenekli gençlere tarikat okullarında veya tarikatın desteklediği özel okullarda çok nitelikli bir eğitim programıuygulanır. (4) Tarikat iyi yetişmiş gençüyeleri sayesinde hasımların arasına veya kurumlarına sızar, böylece o kurumlar hem yıpratılır hem de kritik noktalar kontrol altına alınır… gibi uygulamalar ile Gülen cemaatindeki pratikler arasında da paralellikler kurulabilir.
Gerçek Hayat: Amerika’da 20.yy sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlayan bazı yapılar var biliyorsunuz. New Age dinler ya da cemaatler bunlar, kült ya da. Avrupa’nın İngiltere, Fransa gibi ülkelerinde bu yapıların bulunması yasaklı. Kiliselerini kuramıyorlar. Hangi yapıların kült olduğu, hangilerinin  olmadığının tespitini yapan kuruluşlar var. Bu merkezlere göre bir yapının kült olması için şu beş maddeye uyuyor olması öneriliyormuş. 1) Örgütün, üyelerini psikolojik baskı uygulayarak devşiriyor ve kendisine bağlı tutuyor olması, 2) Cemaatin seçkinci totaliter bir yapısı olması, 3) Liderinin kerameti kendinden menkul, dogmatik, mesihî, sorgulanamaz ve karizmatik birisi olması, 4) Amaçların araçları caiz kıldığı inancıyla para toplamada ya da üye devşirmede her yolu mubah sayıyor olmaları, 5) Örgüt fonlarının liderde toplanması ve üyelerin bu fonlardan yararlanamıyor olmaları. Bizde de benzer bir yapıdan bahsetmemiz mümkün mü?

Bir yapının kült olabilmesiyle ilgili zikrettiğiniz beş maddeden bir kısmı bilindik anlamda bir cemaatin cemaat olabilmesi için gerekli şartlardır. Daha açık söylersek, bir cemaatin cemaat olabilmesi için, karizmatik veya en azından o cemaate mensup insanların gözünde karizmatik olarak algılanan bir şahsiyetin bulunması ilk ve en temel şarttır. Manevi karizma oluşturmak için de keramet olmazsa olmaz şarttır. Ayrıca cemaat yapısı içinde liderin la yüs’el olması şartı da vardır; aksi takdirde cemaat dediğiniz şeyin berhava olması kaçınılmazdır. Yine bir cemaatin tam teşekkülü için çok sık bir itaat ve sadakat kültürü de lazımdır. Eğer bir cemaat kurmak istiyorsanız, o cemaat yapısında asla bulunmaması gereken şey, birey olma bilinci, sivil itaatsizlik ve demokrasi kültürüdür.

Haddi zatında totaliterlik, otoriterlik, karizmatik lider kültü, mutlak itaat ve biat kültürü her cemaatte farklı tonlarda mevcuttur; ancak Gülen cemaatinde bütün bunlar maksimum seviyede mevcuttur. Bunun böyle olmasını sağlayan faktörlerden biri, Gülen cemaatinin kendisine bir nevi lahuti misyon biçmesidir. Kuşkusuz her cemaat kendi meşrebinin hak meşrep olduğu inancını savunur ve böyle bir inancı savunması da doğaldır; fakat bu topraklardaki köklü tasavvuf kültüründen beslenen hiçbir cemaatin, “Hak ve hakikat bir tek benden sorulur” iddiasında bulunmadığı, kendisini hatadan masun/masum olarak algılamadığı da malumdur. Fakat Gülen cemaatinde durum farklıdır; her ne kadar Gülen kendi şahsını aciz, fakir kul olarak nitelendirse de, şu son olayların gözler önüne serdiği gibi, gerek kendisi, gerek yakın çevresi kendilerinden sadır olan söz ve fiillerin tümünde hatadan münezzeh oldukları intibaını uyandıran bir tavır sergilemektedir. Böyle bir tavır ancak kendi kendine biçilmiş bir ilahi/lahuti misyon algısıyla açıklanabilir

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=887

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder