Mümtazer Türköne’ye İki Kısa Reddiye

Mümtazer Türköne’ye İki Kısa Reddiye
         

I

Türköne, Zaman Gazetesi’nin 19.08.2014 tarihli nüshasında yayımlanan “Tiranlar ve İspiyoncuları” başlıklı makalesinde bizi Star Gazetesi Açık Görüş’te Yayımlanan “Paralel Akademisyenlik” yazımızdan dolayı “tiranların ispiyoncuları” olarak nitelendirmiş ve “Güç ve iktidar, bal kâsesi gibi dalkavukları, kifayetsiz muhterisleri ve ispiyoncuları kendisine çeker” demiş ama haddi zatında halt etmiş. Niye derseniz, öncelikle güç ve iktidarın bal kâsesi gibi kendine çektiği kişilerden biri ben/biz değil, kendisidir. Bundan birkaç yıl önceki genel seçimlerde milletvekili olmak için AK Parti’nin kapısında yatıp kalkan, fakat eli boş dönünce paralelden parsa kapıp 17 Aralık’tan bugüne “Kelleler düşecek” naralarıyla şövalye gibi çarpışan kifayetsiz muhteris de ben/biz değil, kendisidir.

İspiyonculuk mevzuuna gelince, paralel akademisyenlerin varlığı, hangi üniversitelerin hangi fakültelerinde yuvalandıkları, umum-ı belva olarak cümle âlemin malumu zaten, ispiyona ne hacet! “Paralel akademisyenlik” yazısı ispiyonda bulunmuyor, aksine bugünlerde kolonilerinden ayrılma yönünde yeni bir strateji uygulanan yapının en azından virüs gibi farklı yerlere dağılmasının önüne geçmesi için YÖK’ü teyakkuza davet ediyor. Gerçi YÖK kimin nerde ne iş yaptığını zaten biliyor; ama nedense ayak sürüyor.

Kifayetsiz muhterislik meselesine gelince, öteden beri akademik kariyerini Cemalettin Afgani ve İslamcılık hakkında sövüp saymaya borçlu olan Türköne’ye derim ki “AK Parti’den gelecek iyilik ve ikram gelmez olsun; buna talepkâr olana, sizin hocanın deyişiyle, lanet olsun; evlerine ateşler salınsın.”

Türköne, unutma ki sen dahi bugünlere kadar AK parti iktidarının ortaya koyduğu bal kâsesinden az çok yaladın veya yalayabilmek için kendini paraladın; ama ben bugüne değin bu iktidarın özellikle YÖK kurumuna atadığı bazı meslektaşlarımdan sadece “28 Şubatçı” gibi itham ve iftirayla mükâfatlandırıldım. Kısacası, bu siyasi iktidardan zerre kadar nemalanmadım, sözüm söz, bundan da böyle de zinhar nemalanmayacağım. Bugüne kadar hiçbir iş için, mesela paralel akademisyenlerin vaka-i adiye kabilinden icra ettikleri yaptıkları ve hatta alışkanlık haline getirdikleri gibi, falan üniversiten filan üniversiteye nakil gibi bir hususta dahi bugüne kadar tek bir siyasinin kapısını çalmadım, bu yüzden de hemen hiçbir fakülteden davet gelmediği için on küsur yıldan beridir bulunduğum yere çakılı kaldım.

Bugüne değin defalarca söyledim, bir kez de sana söyleyeyim, ben 17 Aralık tarihinden birkaç yıl önce piyasaya çıkan Çağdaş İslam Düşüncesi ve Çağdaşlık (Ankara, Mayıs-2013) İslam Düşüncesinde Çağdaşlık ve Kur’ancılık adlı eserimde de bu paralel yapıyı ve bu yapıya özgü paralel akademisyenliği kıyasıya eleştirdim; dahası ben bu yapıyı ve yapının başındaki zatı, İsrail’e düşen füzelerden sonra sarf ettiği o malum sözlerden, Papa II. J. Paul ile görüştüğü günlerden beridir eleştirdim, eleştiriyorum; ama o yıllarda, bugün Paralel yapıya savaş açan siyasiler de dâhil, bizi müslümanların arasına fitne tohumları ekmekle itham etti; ama sonunda kendi harim-i ismetlerine tecavüz edilince meselenin ciddiyetini fark etti.

Siyasi iradenin yıllar yılı süren bu büyük gafleti bir tarafa, ben bu yazıları sadece ve sadece paralel yapıdan tiksindiğim ve bu ülkenin başına gelebilecek en büyük musibetlerden biri olarak gördüğüm, bir de bu paralel akademisyenlerin şahsıma yönelik birkaç sinsi ve iğrenç operasyonuyla karşılaştığım için yazdım, yazıyorum. Şimdi, kulağını aç ve dinle: AK Parti’nin sunduğu bal kâsesi senin/sizin gibi balseverlerin olsun; siyasetten gelecek ikram ziyade olsun.

Son söz olarak da diyorum ki şayet biz bu siyasi iktidarın bal kâsesinden nemalanırsak, o zaman ispiyonculuk, muhterislik gibi sözleri sarf edin; yoksa herkesi kendiniz gibi balsever ve iştahlı bilip, durduk yere terbiyesizlik etmeyin.

II
TahirEfendi bana kelp demiş;iltifatı bu sözde zahirdir;
Malikî mezhebim benim zira, itikadımca kelp tâhirdir.
       Nef’î

Türköne bugün (21 Ağustos 2014) yine bizim hakkımızda yazmış, aslında yazmamış, bizim Doğu Karadenizlilerin tabiriyle “afkurmuş”. Mümtaz şahsiyet bu yazısında bizim ayaküstü kendisine yazdığımız birkaç satırlık reddiyede prensip ortaya koymak yerine “şahsiyat” yapmakla itham etmiş; ama bu reddiyemizin aslında hiç kimseye ve hiçbir güce müdahene, müdana ve müdara yapmama prensibinden söz ettiğini görmemiş, görmek istememiştir. Öte yandan aynı yazıda, “Bir genelleme yapmıştım: Dün 28 Şubat’ta meslektaşını “irticacı” diye jurnalleyenler ile bugün “paralelci” yaftası ile kuyusunu kazanların aynı kişiler olduğunu söylemiştim” diyerek, adı üstünde genelleme -ki bu pek “soylu” zatın da çok iyi bildiği üzere her genelleme risklidir- yaptığınıitiraf etmiş ama aynı zamanda “benim yaptığım genellemeye ibretlik bir delil sunuyor. Çevresinde “28 Şubatçı” olarak tanındığını kendisi söylüyor.” ifadesiyle çok çirkin bir çarpıtma da yapıvermiştir.

Şöyle ki ben söz konusu reddiyemde, kendi çevremde “28 Şubatçı” olarak tanındığımdan değil, beni yaranmakla itham ettiği AK Parti iktidarının YÖK’e taşıdığı birileri tarafından bu sıfatla yaftalandığımdan söz etmiştim. Öte yandan, “Paralel Akademisyenlik” yazısında paralelci akademisyenlerin yeni bir tedbir stratejisini tatbike koyuldukları besbelli olmasına ve bu arada Başbakan/Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu yapıya karşı çok kararlı bir mücadele başlatmasına rağmen, AK parti milletvekillerinin muhtemelen “Keser döner sap döner” düşüncesi veya aba altından sopa -doğrusu: kaset- gösterilmesi gibi sebeplerle çok tuhaf bir hımbıllık sergilediklerine dikkat çektim.

Ama gelin görün ki bu pek mümtaz ve soylu zat beni tanımadığından -ki bunu kendisi de söylüyor- “Ya tutarsa” diyerekten böyle bir ifade kullanıyor. Hâliyle,  19 Mayıs Üniversitesi’nden Çukurova Üniversitesi’ne meşhur Ergenekon davasında 10 yıl hüküm giyen rektör Ferit Bernay döneminde 28 Şubat mağduru olarak naklolmak zorunda kaldığımı bilmiyor. Gerçi bilmesi de gerekmiyor, ama soyluluk ve prensiplilik gereğince karnından değil, bilerek konuşup yazması icap ediyor. Ama gelin görün ki karnından konuştuğu için, bizi 28 Şubatçı olarak yaftalayanların asıl derdinin siyasi muhalefetten ziyade, aile içi bir sorun olarak İlahiyat alanındaki kadim gelenekçi-yenilikçi, evrenselci-tarihselci tartışmasıyla ilgili olduğunu da bilmiyor; bu yüzden de aklı sıra bizi fena kıstırdığını zannediyor.

Bu girizgâhtan sonra, Türköne’nin çok önemsediği şu prensip, prensiplilik meselesini kendi hayat serencamına kısa atıflarla gözler önüne sermek, bu sayede prensip hakkında konuşma hakkının bulunup bulunmadığını okurların takdirlerine sunmakta ciddi fayda görünüyor.

Malum olduğu üzere Türköne siyaset hayatımızın en ilginç figürlerinden biri olarak, her dönem güç ve iktidara yakın olmasının yanında bu konudaki manevra kabiliyeti ve kıvraklığıyla tanınan bir şahsiyettir. Eşinin milletvekili seçilmesinden önce, “Özlem’i milletvekili yapacağım. O zaman elimiz bollaşır” sözünün basına yansıdığı malumdur. Gerçi o günlerde mümtaz erimizin AK Parti sayesinde PR çalışması yapıldığından eli zaten bollaşmış ve yıldızı parlamıştı. Bu parlamanın tadını daha da tatlandırmak arzusundan olmalı ki kendisi de 2011 genel seçimleri öncesinde pek fiyakalı bir köşe yazısıyla okurlarına veda ederek AK Parti’den milletvekili aday adayı olduğunu, “Her birimiz, kendi çapımızda siyasetçiyiz” cümlesiyle başlayan, “Siyaset bizim eserimiz. Siyaset, yani geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz. Kararı biz vermiyorsak, bizim eksikliğimiz. Siyasette boşluk olmaz. Şayet biz yönetmiyorsak, birileri gelir bizi yönetir. Kendi kararını kendisi veren, geleceğini bu kararlarla vücuda getiren bir toplumun önünde kim durabilir? Türkiye’yi parlak bir gelecek bekliyor. Neden? Çünkü artık bizim dediğimiz oluyor. Koskoca devlet cihazı birilerinin ayrıcalıklarını sürdürmeleri için değil, halka hizmet için işliyor. Kendini yöneten, doğru kararlar veren ve özgüven ile dünyaya bakan bir toplum yükseliyor” şeklindeki zımnî AK Parti güzellemeleriyle devam eden ve nihayet “Siyasetin bu soylu çağrısına, ben de cevap vermeye karar verdim… Allah utandırmasın” ifadeleriyle sona eren bu afili yazısında siyaset aşkını ilan buyurdu.

Ne var ki bu büyük aşkına karşılık bulamadı, milletvekili adayı bile olamadı; haliyle ister istemez kürkçü dükkânına geri dönüp yeniden köşe yazıları yazmaya başladı. Ayrıca Zaman gazetesinde yazdığı köşe yazılarından oluşan “Mankurtlar Küçük Türkiye Milliyetçiliği” isimli bir kitap yayımladı. Haluk Hepkon imzasıyla yayımlanan bir makalede de belirtildiği gibi, hayatı boyunca hep iktidarların eteği etrafında dolaşması ve dillere destan siyasi kıvraklığı ile tanınan, bir dönem Tansu Çiller’in danışmanlığını yapan ve o dönemde, “Bu memleket için kurşun atan da yiyen de şereflidir” vecizesinin de asıl sahibi olarak nam salan Türköne bu kitabın girişinde millete olan namus borcunu siyasi eleştiriler yaparak ödediğini ileri sürüyor.

Türköne’nin eleştiri yoluyla borç ödemeden söz etmesi şaka gibidir. Hele de bugünkü yazısında prensip ve ilkeden dem vurması, şaka gibiden öte, birazcık karaya çalan mizahın ta kendisidir. Çünkü bu zatın yakın geçmişte ABD’ye sadakati müsellemdir; 12 Eylül öncesi MHP’li olduğu, yine vaktiyle Susurluk Çetesi’ni ve kontrgerillayı hararetle savunduğu da gayet iyi bilinmektedir. Şimdilerde ise paralelci derin devlet yapılanmasının en ön saflarında kılıç sallayan bir şövalye olarak vazife görmektedir. Sözün özü, milletvekili olmak için AK Parti genel merkezinin kapısına yatak-yorgan atmak, murada eremeyince de o gün bugündür intihar komandosu gibi saldırmak… Soyluluk ve prensiplilik işte böyle bir şey olsa gerektir; Türköne bu konuda bir numune-i imtisal, ibretlik bir örnektir.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=963

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder