Peygamber Algılarımızda Sahihlik ve Sahicilik Sorunu

1980’li yılların sonlarından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı’nca her yıl Nisan ayında farklı bir tema ekseninde düzenli olarak icra edilen kutlu doğum haftası etkinlikleri Türkiye’deki milyonlarca insanın, özellikle de dinî duyarlığa sahip müslümanların temporal ya da kısa süreli de olsa manevi hava soluması gibi olumlu bir işlev görüyor. Fakat sadece bir haftalık yoğun manevi hava solumanın kutlu doğum programlarından beklenen asıl amacı karşıladığını söylemek pek mümkün görünmüyor. Bu sebeple, söz konusu programların asıl maksada ne düzeyde hizmet ettiği meselesini sorgulamak gerekiyor.

Asıl maksattan kastımız, ilahi vahyin mübelliği, ilk ve en yetkin mübeyyini/müfessiri olan, Allah’ın insanlardan talep ettiği iman, ahlak ve pratik hayat tarzını kendi hayat tecrübesiyle bilfiil gösteren ve bu suretle ilahi vahyi ete kemiğe büründüren Hz. Peygamber’in sağlam bilgi ve sağlıklı anlayış temelinde tanınıp örnek alınmasını sağlamaktır. Hz. Peygamber’in örnekliği, genel algının aksine, tek yönlü değil, elçilik misyonunun yanında hem bir lider, hem bir eş, hem de bir baba ve dede olması bakımından çok yönlü ve çok boyutludur.

Hâl böyleyken, gerek tarihsel süreçte Yahudiler ve Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında yaşanan ve temelde beşâiru’n-nübüvve bağlamında tartışılan meseleler, gerek ismet ve mucize konusundaki abartılı telakkiler, gerekse romantik bir anlayışı yansıtan mucize ve gazve eksenli siyer yazıcılığına ilişkin teamüller sebebiyle Hz. Peygamber sırf elçilik yönüyle tanıtılmakta ve bir çok noktada klasik hasâis-delâil edebiyatına dayanan bu tanıtımda Müslümanların idrakine bir bakıma metatron (baş melek) gibi yansıtılmaktadır.

Resmedilen peygamber 

Bunun neticesinde Hz. Peygamber biz Müslümanların pratik hayatta ve ahlâkî yaşantıda örnek alabileceği bir kimlik ve kişilikten soyutlanmakta, hâliyle Kasîde-i Bürde, Kasîde-i Hemziyye, Vesiletü’n-Necât gibi edebî metinler ve ilahiler eşliğinde sırf dinî edebiyat ve duygusal retorik konusu olmaktadır. Osmanlı’dan devralınan kültürel mirasın da etkisiyle bu metinlerde resmedilen peygamber imajı Müslümanların kolektif bilincinde zengin tahayyüller yaratmakta ve sonuçta Hz. Peygamber deyim yerindeyse bir masal kahramanı gibi algılanmakta ve fakat onun pratik hayata dokunan örnekliği bu yoğun retoriğin bakısıyla büyük ölçüde buharlaşmaktadır. Burada tasvir edilmeye çalışılan peygamber algısı belli ölçüde şanlı ecdat edebiyatını da çağrıştırmaktadır.

Mevlid geleneği kültürel bir unsur olarak kuşkusuz önemlidir; Hz. Peygamber’i sevmek ve övmek ise her müslüman için vazgeçilmez bir şeydir; ancak asıl maksat bir masal kahramanını sever gibi sevmek ya da gül, şiir, kutlu doğum aşı gibi semboller ve ritüellerle Hz. Peygamber’in şahs-ı manevisi etrafında dolaşmak değil, hayatın her safhasında onun ahlâkî kişilik ve karakterini bilfiil özümseyebilmektedir. Ancak bunun için öncelikle ve özellikle Hz. Peygamber’iirfanla memzucsağlam bilgiler ışığında tanımak gerekir ki bu nitelikteki bilgi (ilm) malumattan çok daha fazla ve farklı bir şeydir.Ayrıca bütün bunları söylemek, Hz. Peygamber’le ilgili edebi müktesebatıküçümsemekya da değersizleştirmek anlamına gelmemekte, sadece söz konusu edebiyatın ne maksatla üretildiği konusunda farkındalık sahibi olunması gerektiğine işaret etmektedir.
 
Bu bağlamda, tenzih ve tebcil saikiyle Hz. Peygamber’i beşerîlikten soyutlamanın Kur’an’da müşriklere atfedilen ve Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle birlikte O’nun tabiata, tarihe, insana ve hayata müdahil olmadığı fikrini içeren ve bu yönüyle deistik tanrı tasavvuruna benzeyen bir inanç tarzını anımsattığı söylenebilir. Zira Hz. Peygamber beşerî özelliklerden büsbütün soyutlanmış bir varlık olarak algılandığında, onun rasul olduğuna inanılması ancak zihnin ve salt kuru bilginin konusu olabilir ki böyle bir inanç ve tasavvurun pratik hayat tecrübesinde varoluşsal bir yer edinmesi ve anlamlı bir işlev görmesi pek mümkün olmasa gerektir.

İslam protestanlığı

Geniş kitleler nezdinde rağbet gören folklorik ve romantik algıya karşı itiraz ve protesto tarzında kendini gösteren başka bir peygamber tasavvurunda ise “İlle de Kur’an, sadece Kur’an” şeklindeki sloganla bir tür İslam Protestanlığı yapılmakta, dinin en saf, en som haliyle ancak ve ancak Kur’an’dan öğrenilmesi gerektiği savlanarak Hz. Peygamber bir bakıma sıradanlaştırılmaktadır. Oysa Kur’an, Allah’ı sevme iddiasının Allah nezdinde kabul görüp karşılık bulmasını Hz. Peygamber’e tabi olma, onun sünnetine uyma şartına bağlamaktadır (Âl-i İmrân 3/31). Bu arada Kur’an’ınbeyanlarındaki asıl manayı anlayıp kavrama ve bunların pratik hayata taşınmasını sağlama hususunda bütün ümmetin Hz. Peygamber’e sonsuz şükran borçlu olduğu unutulmamalıdır.

Yine unutulmamalıdır ki biz müslümanlar Kur’an’ın ilahi vahiy olduğunu da, Allah’ın insanlıktan talep ettiği hayat ve toplumsal nizam tarzının nasıl bir şey olduğunu da Hz. Peygamber’e ve onun rehberliğine (sünnet) borçluyuz. Bu sebeple, ilk dönemlerde Yahyâ b. EbîKesîr gibi bazıâlimlerce dile getirilen, “es-Sünnetü kâdiyetün ale’l-Kur’ân” (Sünnet,[mana ve medlulünü tavzih itibariyle] Kur’an’a hükmedicidir) şeklindeki söz üzerinde iyi düşünmek durumundayız. Ayrıca Musa Carullah’ın dikkat çektiği gibi, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Hz. Peygamber tarafından ortaya konulan sünnetin çok kere vahye takaddüm ettiği, vahyin genellikle sünneti desteklediği gerçeğini de gözden kaçırmamalıyız.

Sünnet de rehberdir

Folklorik tasavvurda Hz. Peygamber bir tür metatron algısına konu olduğu, protest Kur’ancı tasavvurda da sıradanlaştırılmaya çalışıldığı için, hemen hiçbir şekilde müslümanların pratik hayatına dokunamamaktadır. Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in Kur’an’da Müslümanlar için “üsve-i hasene”(Ahzâb 33/21) olarak tanıtıldığı, üstün bir karaktere (Kalem 68/4) sahip olduğu gibi hususlar her fırsatta tekrarlanmakta, ama onun ahlâkî kimlik ve kişiliğindeki örneklik gerek iş hayatımıza, gerekse eşimiz, dostumuz, akrabamızla hukukumuza maalesef pek yansımamaktadır.

Bu durum bir açıdan Hz. Peygamber’le ilgili tasavvurdaki sakatlık ve çarpıklıktan, diğer bir açıdan da dinin temsilden çok tebliğ ve davet konusu olduğu zannından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi tebliğ ve davette özne kişinin kendisi, nesne de başkasıdır. Farkında olarak ya da olmayarak din salt tebliğ ve davet konusu olarak algılanınca, Kur’an’ın, “Bilfiil yapmadığınız şeyleri ne diye söyler durursunuz?!” (Saff 61/2), “Ne o yoksa siz insanlara gerçek iyilik ve dindarlığı (birr) telkin ederken kendinizi unutur, bundan muaf mı tutarsınız?!” (Bakara 2/44) mealindeki ikaz ve ihtarları kaçınılmaz olarak hemen her birimizin hayatında maalesef az çok karşılık bulur ve bu karşılık çoğunlukla da Hz. Peygamber’in örnekliğinden nasipsizlik şeklinde olur.

Hz. Peygamber’in sünnetini kendimize rehber edinmek için, öncelikle onu gökten yere indirmek elzemdir. Daha açıkçası, rasul-nebi olduğunu aklıdan çıkarmaksızın onunnasıl bir lider, eş, baba ve dede olduğunu da iyi anlayıp kavramamız gerekir. Kur’an Hz. Peygamber’in Müslümanlara liderlik özelliğiyle ilgili olarak, şefkat ve naiflikten söz etmekte, nobranca davranması halinde arkadaşlarının dağılıp gideceklerine dikkat çekmektedir (Âl-i İmrân 3/159). Kur’an’daki bu bildirimden hareketle, bugün yakın çevremizdeki insanlara ve dindaşlarımıza nasıl davrandığımız hususunda ciddi bir nefs muhasebesi yaptığımızda, Hz. Peygamber’in örnekliğinden ne kadar nasipdar olduğumuz hakkında yeterli bir fikir ediniriz.

Diğer taraftan, Kur’an, “Ey Peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı bir nimeti, eşlerinden bazılarını hoşnut etmek adına niçin kendine yasaklıyorsun?” (Tahrim 66/1) demek suretiyle bir açıdan Hz. Peygamber’i uyarmakta, bir diğer açıdan da eşlerine zımnen itapta bulunmaktadır. Ancak sonuçta bu ayetteki ifade Hz. Peygamber’in eşlerine karşı son derece naif davrandığına ilişkin imalar da taşımaktadır. Kur’an’ın bazı ayetlerindeki işaretlerin yanı sıra hadis kaynaklarındaki birçok rivayet Hz. Peygamber’in, kimi eşlerinden sadır olan kapris ve kıskançlık gibi tutumlara muhatap olup aile içinde birtakım sıkıntılar yaşadığına tanıklık etmekle birlikte, Hz. Âişe veİfk hadisesi de dâhil, hiçbir zaman hiçbir eşine el kaldırmadığı ve kaba davranmadığı iyi bilinmektedir. Bu vesileyle kaydetmek gerekir ki Allah, özellikle eşlerinden gelen yoğun dünyevi talepler ve Müslüman toplum içerisindeki bazı nifak mahfillerince üretilen söylentiler sebebiyle bunalmasından dolayı Hz. Peygamber’e bir tür koruma kalkanı olarak Ahzâb suresini inzal etmiştir.

Günümüzde sıkça tartışılan ve Müslüman toplumun aile hayatında da maalesef çok ciddi ve müzmin bir sorun olarak varlığını koruyan “kadın dövme” meselesiyle ilgili olarak her nedense Hz. Peygamber’in ne yapıp ettiği üzerinde durmak ve onu örnek almak yerine, Nisâ 4/34. ayetteki “darb” kelimesi etrafında fasit yorum daireleri oluşturmakla iştigal edilmekte ve bu bağlamda kimileri eşine reva gördüğü şiddeti bu ayete refere etmeyi marifet bilirken, kimileri de “Kur’an’da kadın dövmek diye bir şey yok!” deyip kendince sorunu hallettiğini düşünmektedir.

Peygamber’in eş örnekliği

Haddizatında biz müslümanların hayat pratiklerine rehberlik etmesi bakımından, Kur’an’da erkeklerin tedip amacıyla hanımlarına vurmalarını onaylayan bir ayet bulunup bulunmamasından çok daha önem ve öncelik arz eden husus, Ömer Özsoy’un bu konuyla ilgili bir makalesindeki ifadeyle, eşlerini boşanma konusunda muhayyer bırakacak derecede aile içi huzursuzluklar yaşadığı dönemde bile Kur’an’da bu ayet bulunduğu hâlde en ufak bir şiddet eğilimi göstermemiş ve muhtemelen bunu aklına dahi getirmemiş bulunan, üstelik eşlerini döven arkadaşlarına, “Nasıl oluyor da kadınlarınızı köle veya hayvan döver gibi dövüyor, sonra da [utanıp sıkılmadan] onlarla aynı yastığa baş koyuyorsunuz?!” (Buhârî, “Tefsir 91; “Nikâh” 93) diye tavır koyan Hz. Peygamber’in örnekliğidir.

Bu vesileyle hatırlatmak gerekir ki kadın dövme meselesiyle ilgili ayetin nüzul sebebi bağlamında aktarılan bir rivayete göre Habîbebint Zeyd adlı bir sahabi kadın babasıyla birlikte Hz. Peygamber’e gelip kocasından dayak yediğine dair şikâyette bulunmuş, Hz. Peygamber de ona “Git, kocana misillemede bulun” şeklinde bir çözüm sunmuş, ancak ilgili ayetin nazil olması üzerine, “Biz bir çözüm istedik, ama Allah başka bir şey murat etti” buyurmuştur.Bu bilgi dikkate alındığında, Kur’an’ın hüküm vaz’ında toplumsal matrisi ve erkek egemen sosyolojiyi dikkate aldığı değerlendirmesinde bulunulabilir. Bunun yanında, söz konusu ayette önerilen çözümün tek değil, çok seçenekli olduğu ve “darb” ifadesinin (vadribûhünne) vücup ifade etmediği de ayrıca not edilmelidir.

Hâsıl-ı kelam, bütün bunlara rağmen her nedense Kur’an’ın ilk defa verili bir sosyolojik vasata ve patriarkal kodlara sahip bir toplumsal yapıya hitap ettiği ve dolayısıyla hitapta toplumsal gerçekliği yok sayarak afaki şeyler söylemediği çok kere gözden kaçırılmakta, bundan da önemlisi Kur’an’da emir, yasak, nedb gibi bütün hususların pratik hayattaki en ideal temsil ve tatbikinin Hz. Peygamber’e ait olduğu, dolayısıyla Kur’an’ın beyanlarının pratik hayat tecrübesinde neye karşılık geldiğini öğrenmek için Hz. Peygamber’in siret ve sünnetini takip etmek gerektiği maalesef ıskalanmakta ve sonuçta kimi zaman namazın aslında kaç vakit ve kaçrekât olduğundan”darb” meselesine kadar birçok meselede salt Kur’an’ın elfazından ve sil baştan yepyeni bir din inşa etmeye çalışılmaktadır. 

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Kaynak: http://haber.star.com.tr/acikgorus/bir-sol-yontemi-siddet/haber-1021879

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder