Seksenler Giresun I Şamdiyelle (Şambrel) Sargan Sürütme


Bu yazının ilhamı, geçen Pazar günü (02 Ekim 2014) İstanbul Eyüp Piyer Loti’de buluşup hep birlikte güzel bir gün geçirdiğimiz Giresunlu samimi dostlarla geçmişi yâd ederken konuştuklarımıza dayanıyor. Eyüp Camii’nin karşısındaki Hangâh restoranın üst katında gerçekleşen bu tatlı ve sıcak sohbet, “evşün aaz(ağız)” gibi yerel tabirlerden ek sahadaki amatör maçlarda merhum Köpek Mehmet’in, “Ula Hakeeem…” diye başlayan tezahüratlarına kadar, seksenli yılların Giresun’unda yaşadığımız onca güzel hatırayı muhteviydi ki bu hatıraların her biri, “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” sözünün mâsadakı gibiydi.

Geçmiş tarih, tam hatırlamıyorum ama yine de büyük ihtimalle seksenlerin ilk yıllarına denk düştüğünü sanıyorum. Mevsim yaz, belki haziranın sonu ile temmuzun başları. Mevkii Çerkez. Hava çoğu zaman olduğu gibi parçalı bulutlu ve rüzgârlı, deniz de yine çok kere olduğu gibi çalkantılı. Altımızda yamalı bir minibüs tekerleği şamdiyeli, üstelik birkaç yerinden yamalı. Şamdiyel muhtemelen çalıntı ama inanın ben çalmadım, dahası, başkasının çaldığı bir şamdiyel, fakat onu kimden aldım, nasıl buldum, şimdi hatırlamam.

Her neyse, birkaç arkadaşla birlikte Seka dolmuşundan Çerkez mevkiinde iniyoruz. Çerkez ve deniz denince bu arkadaşların arasında mutlaka Gökhan’ı (Gökhan Karadeniz) saymak lazım. Ama Gökhan şamdiyelle sargan sürütmez, aksine hep yüzer, daha doğrusu çoğu zaman benimle birlikte kıyıdan Küçük Ada’ya kadar yüzerdi. İkimiz birlikte adada bir-iki saat kadar oturup sahili seyreder, enva-i çeşit hayaller kurar, hayallerimiz iyice hamlaştığında ise tekrar suya atlayıp sahile kadar biteviye kulaç sallardık. Sahile çıktığımızda hemen üstümüzü giyinip Seka’daki kürkçü dükkânına, yani Nuri’nin (Nurettin Çevik) bakkalının önüne Gencebay şarkıları eşliğinde çekirdek çıtlatmaya giderdik. 

Bu kısa istitrattan sonra asıl hatıraya, yani şamdiyel ve sargan meselesine dönersek, Seka dolmuşu bizi Çerkez’de bırakınca bir solukta yamadan aşağıya iniyor ve yine bir solukta çakıllı sahilde soyunup elbiseleri bir kenara atıveriyoruz. Ardından yamalı şamdiyeli siboptan üflemeyle şişirip denize açılıyoruz. Elimizde derme çatma bir donam, misine ve oltanın ucunda ise ya bayat/kokmuş istavritten bir yem parçası (ki bu yemin şekli kesme makarna gibi olur ve genellikle deniz kenarında bulduğumuz müstamel, pis jiletlerle [Mide bulantısı ve Öööö!] hazırlanırdı) ya da ipek var. Şortumuzun içinde ise henüz tutulmamış balıklar için bir poşet var. Kaplumbağa hızıyla denizde yol aldığımız şamdiyelle “Şütçü Bekir” namıyla tanınan zatın seksenli yıllarda meşrubat deposunun bulunduğu yerin hizasında -ki burası sargan yatağı olarak bilinirdi- bir aşağı bir yukarı sargan sürütmeye başlıyoruz.

Şamdiyelle sargan sürütmek, hızla koşup kaçan tavşanı yürüyerek yakalamaya çalışmak gibi bir şeydi. Ama gelin görün ki o yıllarda sargan öyle mebzulmüş ki şamdiyelle sürütmeyle (Bu nasıl süretmeyse!) dahi hemen her defasında beş-on tane yakalardık. Sürütme işinden yorulup usandığımızda ise şamdiyeli Küçük Ada istikametine çevirir ve adanın hemen dibinde midye yemiyle (Not: Travla çıkarmak zor ve zahmetli olduğu için, midye yemine talim etmek kaçınılmazdı) “Kuruş” ve “Piç İzmarit” (Not: İzmarit balığına bu sıfatı ben vermedim) yakalardık. Bu arada Kazancı denen balıklara da çok yem kaptırırdık. Sargan ve özellikle Piç İzmarit poşette kimi zaman ciddi arıza çıkarırdı.

Üç beş sargan ile üç beş kuruş balığının karın doyurmayacağı malum. Ama mesele doymak değil, zevk yapmak. Seksenli yılların Giresun’unda yetişmiş birçok genç böyle bir zevki tatmamış, hatta bunun bir zevk olduğunu hiç anlamamıştır. Ama ben babamın çok sıkı denetleyiciliği ve kısıtlayıcılığına rağmen bu sıra dışı zevki tattım, bu yüzden kendimi şanslı sayarım. Buna mukabil şimdiki genç nesiller Allah’ın bahşettiği bu tabii güzellikler ve imkanlardan çok büyük ölçüde mahrum olarak denizden, topraktan, bağdan bahçeden uzak, tabir caizse çok steril biçimde yaşadıkları için onları bahtsız sayarım. Hoş, onlar da beni bilgisayardan, cep telefonuyla mesajlaşmadan, sosyal medyada sayfa açıp sanal geyik yapmaktan mahrum büyümüş olmakla çok bahtsız ve bir o kadar da taşralı olarak görürler ama varsın öyle görsünler. Ben doğaya, denize, toprağa insana dokunarak yaşamanın daha insanca olduğuna şeksiz şüphesiz inananlardanım.

Mustafa Öztürk      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder