Son Yılların Türkiye Müslümanlığı ve Muhafazakârlaşma Olgusu Üzerine


Geride bıraktığımız son beş-on yıllık zaman zarfında Türkiye’nin gözle görülür biçimde muhafazakârlaştığı yönünde yaygın bir kanaatvar. Bu kanaate sahip çevrelerde muhafazakârlaşmadan maksat, ülke sathında dinî sembol, ritüel ve eğilimlerin geçmiş yıllara oranla çok daha fazla görünürlük arz etmesi, genel anlamda dinselliğin halk nezdinde yoğun ilgi ve itibar görür hâle gelmesidir. Gerçekten de son yılların Türkiye manzarasına bakarak böyle bir gözlem ve tespitte bulunmak mümkündür. Peki, mevcut durum gerçek manada bir dindarlaşma ve Müslümanlaşmaya mı işaret etmekte yoksa “at sahibine göre kişner” özdeyişinde ifadesini bulan ve siretten çok surete taalluk eden bir dönüşüme mi karşılık gelmektedir?

Bize öyle geliyor ki Türkiye’de gitgide yaygınlık kazandığı söylenen muhafazakârlaşma gerçek manada bir dindarlaşma ve Müslümanlaşma tecrübesinden öte, temelde AK Parti iktidarıyla ilintili yapay ve sanal bir dinîleşme olgusuna tekabül etmektedir. Daha açıkçası, bu olgu bir yönüyle ya da en azından belli ölçüde, memurundan amirine, medyasından bürokrasisine kadar devletin/ülkenin hemen her sathında ve katmanında, şu anki siyasal iktidar sahiplerinin dünya görüşlerine paralel bir görüşe sahip olma meramını anlatma ve böylece farklı beklentiler adına iktidar gücüne bir nevi yaranma gayreti şeklinde görünüyor; diğer bir yönüyle de siyasal iktidarın dinî değer ve sembollere çok sıcak baktığı algısıyla görece rahatlamış/normalleşmiş bir toplumsal vasatta kültürel ve folklorik halk dindarlığının daha fazla gün yüzüne çıkmasına işaret ediyor.

Son yıllarda ve bilhassa Ramazan aylarında, neredeyse tüm ulusal televizyon kanallarının yayın akışında vaaz, irşad, dinî sohbet programlarından başka bir şeye rastlanmaması, Hz. Yusuf ve Hz. Meryem filmlerinin defalarca yayınlanması, bu topraklarda yaşayan halkın son zamanlarda tövbe-i nasuhla Allah’a yönelip adamakıllı Müslüman olmaya karar verdiğinin bir göstergesi olmaktan çok, yayın konusu olan her şeyi rant imkânından ibaret gören medya sektörünün ülkedeki siyasal ve toplumsal konjonktürü akıllıca -belki kurnazca demek daha doğru olur- okumasının, dolayısıyla nabza göre şerbet vermesinin bir tezahürü gibi görünüyor. Nabız bir yönüyle siyasi iktidarın dinî referanslı dünya görüşüne, bir yönüyle de “Cemaat” diye ifade edilen fenomenin ürkütücü ruhaniyetine zorunlu atıflarla belirleniyor ve dolayısıyla şerbet de tav’an ya da kerhen bu duruma göre veriliyor.

Evet, son yılların Türkiye’sinde dinden çok söz edildiği inkâr edilemez bir gerçek. Dahası, din her geçen gün ülkede çok daha fazla söze konu oluyor. Tabir caizse her taraftan vaaz, irşad ve nasihat yağıyor. Bu arada hakikat ile hurafe de çok kere birbirine karışıyor. Ulusal televizyon kanallarında dinî programlar yapan bazı zevatın binbir çeşit hurafeyle dolu dinî yayınları matbuatta best-seller olarak adeta yok satıyor. Bu durum hem dinin popüler bir meta olarak tüketildiğini, hem de insanımızın dinden ne anladığını ve dolayısıyla muhafazakârlaşma denen şeyin aslında Oruç Baba’da sirkeyle iftar açma âdetinin gitgide yaygınlaşmasından ya da Hırka-i Şerif ziyaretinde ağlayanların her geçen yıl artmasından daha derin(!) manalar taşımadığını gösteriyor. Kısaca, her geçen gün din ve dinîlik daha fazla söze mevzu teşkil ediyor ve fakat onca söze rağmen gerçek manada dindarlaşma/Müslümanlaşma lehinde temel ve özsel bir değişim/dönüşüm gerçekleşmiyor.

Hatırlanacağı gibi, 1970’li ve 80’li yılların Türkiye’sinde de dinden çok söz edilirdi. Diğer bir deyişle, anılan yıllarda da din tıpkı bugün olduğu gibi birçok söze mevzu teşkil ederdi. Ancak o zamanların din algısıyla bugünkü arasında ciddi bir fark vardı. Şöyle ki 1970-1980’li yılların Türkiye’sinde dinin söze konu oluş keyfiyeti geleneksel, kültürel ve folklorik bir mirası içselleştirmekten ziyade hemen tamamıyla ideolojik bir içermeye sahipti. Siyasal İslamcılık diye tarihe geçen bu tecrübede din bütün hayatı kuşatan ve doğal bir hâl olarak yaşanan bir fenomen olmaktan çok, “modern cahiliye” diye tanımlanan rejime alternatif bir siyasi nizam olarak görülür ve dolayısıyla İslam da mevcut rejimden rövanş alma yolunda bir silah gibi istimal edilirdi. Hatta İslam’ı bu şekilde algılamak ve savunmak gerçek Müslümanlık için yeterli şart gibi addedilirdi.

Siyasal İslamcılığın Türkiye versiyonunda temel talep ve nihai hedef iktidar olduğu için, dinle ilişki hemen hiçbir zaman varoluşşal düzeyde tesis edil(e)medi. Üstelik siyasal İslamcılığın ideologları yerli olmadığından, başka tarihselliklerde vücut bulan ideolojik din telakkileri, sözgelimi Seyyid Kutub’un Mısır’ında, Mevdudi’nin Pakistan’ında yaşanan ve bu coğrafyalardaki yaşanmışlıkları yansıtan din söylemleri bütün radikalliği ve marjinalliğiyle bu topraklara transfer edildi. Tercüme eserler yoluyla gerçekleşen bu transferler neticesinde din adına sayısız dramlar ve trajediler de yaşandı. Dâru’l-harpler, tekfirler, cumasızlıklar hep o yıllarda tartışıldı. Müslümanlığın kıvamını Atatürk, Anıtkabir ve laik rejimle didişerek ifade etme deneyimleri de yine o yıllarda yaşandı.

Hiç kuşku yok ki bu satırların yazarının da bizzat içinden geçtiği ve tecrübe ettiği bir süreç olarak, bu topraklarda yaşayan onca Müslüman anılan yıllarda Seyyid Kutub, Hasan el-Bennâ, Ali Şeriatî gibi isimlerin kitapları sayesinde başta tevhid ve şirk olmak üzere birçok temel konu hakkında çok şey öğrendi. Ancak bu dönemdeki öğrenme kalpten/gönülden çok zihinde/fikirde makes buldu; dahası, İslam adına çok şey öğrenildi öğrenilmesine fakat bu öğrenme çok kere lafı kalabalıklaştırma, tartışma, kamplaşma, zıtlaşma ve marjinallikler yaratma gibi menfi sonuçlar verdi. Yine o dönemde İslam hakkında çok okunması ve çok konuşulması Müslümanlığı bütün bir hayat boyunca doğal bir hâl olarak yaşama arzusundan çok, rejimi İslamlaştırma ya da eskinin tabiriyle İslam devleti kurma idealine matuf idi. Bu durum İslam’ın temsilden çok tebliğ edilmesi gereken bir din olarak algılanması ve tanımlanması gibi bir sonuca da müncer oldu.

Öte yandan İran’daki devrim Türkiye’deki siyasal İslamcılığın devletle ilgili zengin tahayyüllerini tahrik etti. O kadar ki bazı çevreler Şiî-İmâmî gelenekteki imam, imamet, velayet-i fakih, mut’a nikâhı gibi birçok kavram ve uygulamaya bu topraklarda birebir karşılık bulma yoluna bile gitti. Hâsılı, söz konusu yıllarda başka diyarlara ait hikâyeler ümmet ve ümmetçilik kavramlarının ılık ikliminde bizim hikâyelerimiz gibi anlatılmaya çalışıldı. Sonuçta arabesk şarkılardaki karamsarlık ve isyan dolu içeriği kendine hamledip durduk yere kendi hesabına sanal acı ve keder üretmekten zevk alan 80’li yılların varoş kökenli Türkiye gençleri gibi, aynı yıllarda siyasal İslamcılar da kendi sıkıntıları ve sorunları yetmiyormuş gibi başka coğrafyaların sıkıntılı ve sorunlu İslam yorumlarını kendilerine uyarlamayı yeğlediler. Ne var ki anlattıkları radikal İslam hikâyeleri kendi hikâyeleri değildi; bu yüzden zaman içerisinde radikallikten hem yoruldular, hem sıkıldılar.

Radikal İslamcı kanatta “modern câhilî rejim”i bertaraf edip yerine İslam nizamını tesis yolundaki tahayyüllerin gerçekleşmesi uğrunda bir arpa boyu yol alınamaması, bu arada İslamcılığın içeriden mücadele yöntemini benimseyen “millî” kanadının 28 Şubat’ta tam bir hezimete uğraması, İslam adına duyarlılık izhar eden çevrelerin hemen bütününde kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuşluk duygusu yarattı. Derken, AK Parti iktidarıyla birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başladı. Bu dönemde siyasal İslamcılık 28 Şubat tecrübesinden dersini almış göründü ve rejimle didişmek yerine hem Müslüman duyarlılığını kaybetmemek hem de rejimin zinde ve etkin güçleriyle iyi geçinmek gibi bir yolu tercih etti.

Yaklaşık 10 yıla baliğ olan AK Parti döneminde laikçi çevrelerdeki birçok direnç noktasının belli ölçüde azaldığı kuşkusuz, ama bu süreçte ahde vefalılık, kanaatkârlık, diğerkâmlık gibi Müslümanca duyarlılıklarda gözle görülür bir azalmanın vuku bulduğu da şüphesiz. Daha açıkçası, son on yıllık dönemde Türkiye maddi düzeyde Müslümanlar lehine değişme/dönüşme görüntüsü vermesine karşın manevi ve deruni düzeydeki değişim/dönüşüm İslam ve Müslümanların aleyhinde seyretmektedir. Evet, artık devletin önemli kademelerinde İmam-Hatip kökenli bürokratlara çokça rastlamak âdetten sayılmakta; ancak bu durum daha çok Müslümanlaşmadan ziyade belki daha çok muhafazakârlaşma anlamı taşımaktadır. Çünkü Türkiye’de iktidarın ve iktidara ortak olmanın gerekli ve kaçınılmaz kıldığı temel hususiyetlerden biri muhafızlık ve muhafazakârlıktır. Bunun dinî alan üzerindeki büyük yansıması, İslam’ın birey ve toplum düzeyindeki özsel dönüşüm taleplerinin ertelenmesi ve/veya bu tür taleplerden sarf-ı nazar edilmesi, dolayısıyla dinî alanda geleneksel, kültürel ve folklorik olanla yetinilmesi ve mevcut olanın muhafaza edilmesidir. Son yılların Türkiye’sinde vuku bulan da büyük ölçüde bundan ibaret, denebilir.

Görünen o ki Müslümanlar bir yandan siyasi imkânlar marifetiyle ülkedeki laikçi direnç odaklarını kırmaya çalışırken, farkında olarak ya da olmayarak kendi iç dünyalarında da kırılmalar yaşamakta ve sonuçta değiştirip dönüştüreyim derken kendileri değişip dönüşmekteler. En genel çerçevede liberalleşme denebilecek bir tarzda gerçekleşen bu dönüşümde, iktidarın sağladığı imkânların cazibesi önemli rol oynamakta, bu imkânları elde etmek ve elde tutmak mevcut yapının temel unsurlarını korumayı icap etmekte, hatta o yapının bir elemanı/enstrümanı olmayı gerektirmektedir. Bu noktada İslam’ın topyekûn bir manevi devrim yaratması ve devrimci yönünün hayata taşınması pek mümkün görünmemektedir.

Son dönemde ve günümüzde din yükselen bir değer olarak görünmesine rağmen dinîliğin hemen tamamıyla geleneksel ve kültürel bir içerik kazanması, parlamenter demokrasi üzerinden tesis edilen görece iktidarın statükoyu en azından kısmî ölçekte muhafazayı gerektirmesine, bunun da dinî alanda muhafazakârlığı beslemesine bağlanabilir. Bilhassa televizyon kanallarındaki dinî içerikli programlara bakıldığında, büyük ölçüde ritüel ağırlıklı bir dindarlığın empoze edildiğine ve aynı zamanda folklorik dinin olmazsa olmazları arasında yer alan menkıbe, mucize, kıssa, fiten edebiyatı ve incir çekirdeğini doldurmayan meselelerle ilgili fetva taleplerine müteallik konular üzerinde durulduğuna tanık olunur. Bu durum AK Parti dönemine atfedilen muhafazakârlaşmanın büyük ölçüde folklorik ve ritüelistik halk dindarlığının teşvik edilmesi ve rağbet görmesi gerçeğinden ibaret olduğu şeklinde de değerlendirilebilir.

Diğer taraftan, ülkedeki siyasal iktidarla İslam arasında kurulan pozitif ilişkinin dinî alanda tuhaf bir rehavet ve gevşeme hâli yarattığı da söylenebilir. Bize göre bu gevşeklik daha ziyade eskinin siyasal İslamcılarına arız olmaktadır. Zira öteden beri siyasal İslamcılığın İslam’la ilişkisi varoluşsal ve özsel olmaktan çok ideolojik düzlemde iktidarla koşullu ve suri nitelikli olduğu için, bugün kıyısından köşesinden maddi iktidara tutunmuş ve iktidarda bulunmuş olmak ister istemez rehavet ve gevşemeye yol açmakta, en nihayet geçmişteki radikallikler şimdilerde farklı tonlarda liberalliklere evrilmiş olmaktadır. Ayrıca bugün çokça tanık olunan manzaralardan biri, siyasal iktidarın yarattığı imkânlardan daha fazla yararlanma çabası şeklinde kendini göstermekte ve bu yöndeki çabalar kimi zaman Enfal suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu dönemdeki ganimet (enfal) kavgasını akla getirmektedir.

Kimilerince mücahitliğin müteahhitliğe evrilmesi diye ifade edilen bu süreçte, hâli vakti yerinden olan Müslüman zümrelerin erkek kesiminde liberalliğin, kadın kesiminde ise feministliğin gitgide yaygınlık kazandığı gözlemlenmektedir. Ayrıca geçmişte fakirlikle boğuşan Müslümanların şimdilerde zenginleşmesinin dinî yorum alanında da ilginç değişimlere vesile olduğu görülmektedir. Mesela, bundan 15-20 yıl önce teaddüd-i zevcât (çok karılılık) konusuyla ilişkilendirilen naslar Müslümanlar tarafından genellikle savunmacı (apolojik) bir yaklaşımla İslam’ın istisnai hallerde Müslüman erkeklere tanıdığı bir ruhsat olarak tevil edilirken, bugün aynı naslardaki muhteva erkek açısından fıtratın icabı olarak değerlendirilmektedir. Siyasal konjonktürün kendilerine geniş imkân ve hareket alanları bahşettiği entelektüel ilgilere sahip Müslüman kadınlar ise her geçen gün toplumsal cinsiyet meselesi ekseninde daha fazla rol üstlenme talebinde bulunmakta ve bu yöndeki taleplerini daraltıcı nitelikteki nasları modern durumun icapları doğrultusunda yorumlamanın/yorumlatmanın yollarını aramakla meşgul olmaktadırlar.

İlginçtir, bütün bunlar olup biterken dinî alandaki hâkim söylem geleneksellik/muhafazakârlık yönünde kurgulanmakta, geleneksel yapıyı kritik etmeyi amaçlayan hemen bütün söylemler modernist, tarihselci, oryantalistik gibi fikrî nesep tayinleriyle derhal mahkûm edilmektedir. Sözgelimi içinde bulunduğumuz zaman diliminde merhum Fazlur Rahman’ın görüşlerine müspet atıflarda bulunmak, çok kere tek başına ve kimsesiz kalmak gibi garip bir sonuç vermektedir. Buna mukabil geniş ölçekli ilgi-itibar görmek ve birçok kimsenin kimsesi arasında yer almak için sözgelimi Mustafa Sabri Efendi, Zahid el-Kevserî gibi isimlerin hatıralarını yâd etmek ya da şu veya bu şekilde bir Osmanlı güzellemesi yapmak kâfi gelmektedir. Kısaca, bugün din adına geleneği ihya etmek ve “gelenekte ne varsa hepsi yerli yerindedir” demek çok kıymetli ve isabetli görülmektedir. Ancak ne tuhaftır ki sırtlarını geleneğe yaslayan ve hemen bütün sermayeleri modernlik eleştirisinden ibaret olan çevreler pratik hayatlarında modernlik ve modernitenin tüm nimetlerinden faydalanmakta ve fakat bu durum onların “gelenek muhafızlığı” unvanına hiçbir halel getirmemektedir. Buna mukabil geleneğe eleştirel gözle bakan, modernliği de fiili bir durum olarak algılayan ve değer atfetmediği modern durum içinde Müslüman olarak kalmanın hâl çaresini arayan çevreler, modernistlikle suçlanmalarına rağmen pratik hayatlarında daha az dünyevi, daha çok uhrevi yahut modernliği az, gelenekselliği çok olan bir hayat sürmekteler.

Gelinen bu noktada, geleneksel ve kültürel İslam’ın her geçen gün revaç bulması “din kitlelerin afyonudur” sözünü akla getirmekte ve mevcut durum bu sözü belli ölçüde haklı çıkarmaktadır. Ayrıca dinde ritüel ve şekil boyutunun daha çok önemsenir hale gelmesi, manevi-derunî boyutuyla ilgili ihmaller ve ihlallerin kamufle edilmesi gibi bir işlev de görmektedir. Keza son yılların Türkiye’sine damgasını vuran ve iç bünyede Sünnî İslam’ın en dar yorumuna sahip çıkılmasına mukabil dış veçhede dinler-arası diyalog gibi son derece riskli projeleri hayata geçirme yönündeki çabalar da sonuçta genetik şifresiyle oynanmış bir Müslümanlık ihdas etmeye müncer görünmektedir.
Sonuç olarak, günümüz Türkiye Müslümanlığındaki umumi hava ve manzara, “yes’elûneke ani’l-enfâl” (Ey Peygamber! Sana ganimet konusunda rahatsızlıklarını dile getirenler var.) diye başlayan Enfal suresinin ilk ayetlerinin nazil olduğu tarihsel vasatta yaşananlar ile Müslümanların Huneyn savaşında kalabalık olmakla övünme hallerini anımsatan bir rehavet, kibir ve şımarma hâlini akla getirmektedir. Mevcut durum, yokluk ve darlıkla sınanmanın Müslümanlar açısından varlık ve bollukla sınanmaktan sanki daha hayırlı olduğunu söylemeyi gerektirmekte, dolayısıyla insanoğlunun en çetin sınavının, “Rabbim! Bana ve ana-babama lütfettiğin onca nimetin şükrünü hakkıyla ifa etmeye ve her zaman seni razı edecek işler yapmaya muvaffak kıl beni!” (Neml 27/19) diye niyaz ederek varlık ve zenginlikle imtihandan yüzünün akıyla çıkmayı başaran Hz. Süleyman’ın sınavı olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir.

Konuyu sonlandırırken İlhami Güler’in sıkı bir muhafazakârlık eleştirisini içeren “Türk Muhafazakârlarının Amerika Muhibliğinin Kültürel-Ahlâki Soykütüğü” başlıklı makalesinden iki çarpıcı pasajı aktarmakta fayda görüyoruz: “Dinî bağlamda muhafazakârlık, kasdî ve kalbî (şuurlu) bir fiil olan imanın, ölü ve hafızaya kodlanmış akidelere (Amentü), niyete dayanan salih amelin (ahlâk ve ibadet) alışkanlığa, itiyada dönüşmesidir. Her iki durumda da duygu ve düşünce canlı olmadığı için, doğruluk-yanlışlık kaygısı kaybolmuştur. Yapılan her şey kendiliğinden doğrudur. Sonuç olarak dinî bağlamda muhafazakârlık, tarihten, atalardan devralınan dinselliğin sabitlenerek (dogmatizm) mevcut durumla uyumlu olarak pragmatik saiklerle sürdürülmesidir. Muhafazakârlık, tevekkülün Allah'tan devlete, tarihe ve geleneğe kaymasıdır. Aynı zamanda genel olarak vurgu ve önemsemenin ahlâktan ibadete/ritüele kayması da muhafazakârlığın göstergesidir: Tanrı’a ibadetler yoluyla yaltaklanarak, daha zor olan kullarına karşı sorumluluktan  kaçış. Bu hâlet-i ruhiye genel olarak, yükte hafif pahada ağır olanı çalmaya yönelik bir tür Tanrı'yı kandırma girişimidir. Spinoza'nın dediği gibi, kitleler Tanrı’yı kandırma peşindedir.

Politik bir ideolojik tutum olarak muhafazakârlık, emr-i bi-l-ma'ruf ve nehy-i ani-l-munker, yani sürekli ahlâkî olanı desteklemek ve kötülüğü kösteklemek ve takvanın karşıtı olarak, konformist bir kayıtsızlıkla status quo anteye (devam edegelen mevcut duruma) kendini eklemlemektir. Mevcut düzen/nizam tarafından dinin asli değerlerinin dışta tutularak soğrulmasıdır. Tabir caiz ise, ata binmiş gelin kızın giderken ağlamasıdır. Sekülerleşen dünyada aktif bir karşı aksiyon olmaktan ziyade bir tür içerlemedir. Din, varoluşsal bir iman, sorumluluk, şükran tecrübesi iken; muhafazakârlık, kaide, kurum, ezber ve borç mantığıdır. Din, günaha ve baskılara karşı direniş; muhafazakârlık ise, bunlara boyun eğme ve katlanma anlamında sabırdır. Din (iman-ahlâk), güneşin aydınlığında yürümek iken; muhafazakârlık, körün rehberliğinde yürümek, gece karanlığında ateş böceğiyle veya gece feneriyle yol bulmaktır. Panteizm, nasıl ki ateizmin veya materyalizmin dinsel bir dil ile tersinden ifadelendirilmesi ise muhafazakârlık da, dinsizliğin (iman ve salih amelsizliğin) din (yani hafıza olarak itikat ve alışkanlık ve borç ödeme olarak ibadet) şeklinde tezahürüdür. Din, insanın saygı ve huşu ile kendini Tanrı huzurunda hissetmesi ve O'nunla daimi bir ahlâkî misillemeler beraberliği yani maiyyet ve insanlara karşı derin ve daimî bir merhamet ve ahlâkî sorumluluk iken; muhafazakârlık, paketlenmiş, kurumlanmış, kurallaşmış part-time ezberlenmiş-alışılmış davranışlar setidir. Din, Allah'ın kendisi ile bir dostluk (velâyet) ve ahitleşme/misak ilişkisi iken; muhafazakârlık, O'nun totaliter olarak çizilmiş bir "düşünce resmine" körü körüne boyun eğmektir. Dinsel fanatizm, gaddarlık, bağnazlık, şiddet buradan doğar. Dindarlık, şuurun aktif ve gayeli olarak olaylara ve ilişkilere odaklanması, onların kavranması ve sonuca bağlanması iken; muhafazakârlık, otomatik kontrolsüz bir duygusal-algısal mekanizmanın işbaşında olduğu dinsel hareketliliktir. Muhafazakârlık, nomalite ve moralitenin olmadığı bir formalitedir. Esasında sıradan insanın nefs-i emmâresini tatmin ederken, Tanrı'yı da unutmama çabasıdır. Dünyada kaybetmeden, meşakkate girmeden ahireti de garantileme pragmatizmidir: burada da yaşayalım, orada da yaşayalım. Bura da bizim, ora da bizim. Hem Tanrı’ya ibadet edelim hem de Mammon’a.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=457

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder