Türkiye’de Dindarlık Tipolojileri

Din pratik açıdan kutsalın yaşanmasına tekabül ettiği için, toplumdaki dinî hayatın fotoğrafını da içerir. Sosyolojik açıdan bakıldığında, dinî yaşantının seyrinde birçok toplumsal dinamiğin etkili olduğu görülür. Dahası din, bir fenomen olarak beşerî çevreye ait koşullardan bağımsız olmadığı için, hemen her toplumun dinî hayatı, tarihsel ve toplumsal gelişmelere koşut şekilde az çok değişir. Nitekim özellikle son birkaç yüzyıl içinde Batı’da ortaya çıkıp bilahare tüm dünyaya sirayet eden sanayileşme ve kentleşme olgusu birçok sosyo-kültürel değişimi/dönüşümü de beraberinde getirmiş ve bu süreçte geleneksellikten modernliğe evrilen toplumların dinî yaşantılarında önemli değişiklikler vuku bulmuştur. Modernleşmeyi merkezden üretemediği için bu alandaki deneyimini henüz tam anlamıyla ikmal etmemiş olan Türk toplumundaki dinî hayat da söz konusu değişimden nasibini almıştır. Daha açıkçası, “modern Türkiye’nin özgül deneyimi, din ve dindarlık tipolojilerini de dönüştürmüştür. ‘Medeniyet’e yeni bir ontolojik ve epistemolojik değişim talebiyle katılma azmi, gündelik hayatın hemen her öğesini güçlü bir değişim talebinin içine çekmiştir. Böylece din de dindar(lık) da siyaset, kültür, ekonomi vs. gibi diğer kompartımanlardan ayrışmayacak bir şekilde yeniden kodlanmıştır.” (Subaşı, 2002: 17).

Türk toplumunun bu çok yönlü değişime tanıklığı 1950’li yıllardan itibaren hızla artan şehirleşmeye bağlı bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu bağlamda, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişme kaydeden sanayileşme ve hızlı nüfus artışını, şehirleşmeyi hızlandıran ve aynı zamanda iç göç ile sosyal hareketliliğe ivme kazandıran temel faktörler olarak teşhis etmek mümkündür. Şehirleşme, toplumsal yapı içinde örgütleşme, iş bölümü ve uzmanlaşmanın yanında beşerî ilişki, tutum ve davranış kodlarında da gözle görülür farklılaşmalara yol açan bir süreç olarak sadece kırsal kesimden gelenleri değil, aynı zamanda şehre özgü yerleşik kültürü de etkileyen geniş kapsamlı bir dönüşüm olgusunu ifade eder. Türkiye’deki şehirleşme sürecinde toplumun yerleşme biçimleri, kullanılan teknoloji, yol ve ev tipleri gibi maddî unsurların değişimine paralel olarak dindarlık ve dinî yaşantı tarzı da değişmiştir. Bu değişim, dinî bireyselleşmeden, yeni toplumsal ve siyasal işlevleriyle farklılaşan dinî cemaatleşmelere kadar uzanan bir çeşitlilik göstermiştir (Çelik, 2002: 73-99).

Türkiye’deki dinî hayat, teorik düzeyde İslam ortak paydasında birleşmekle birlikte, pratik açıdan plüralistik bir görünüm arz eder. Geçmişte sembolik bütünleşmenin temel unsurlarını oluşturan dinî değerlere bağlılıkta büyük ölçüde homojen bir yapı arzeden toplum, bugün çeşitli etkenler nedeniyle dinî yaşantıda heterojen bir görünüm kazanmıştır. Nitekim Türkiye’deki meskun mahallerin tümünde, dinî inanç ve pratiklere hayatın her alanını kuşatacak ölçüde bağlılık gösteren sıkı dindarların yanı sıra dinî yaşantının cemaat ve tarikat gibi müesses yapılar içinde kıvam bulduğuna inanan grupçu/cemaatçi dindarlara, itikadî problemleri bulunmadığı halde dinî vecibeleri eda hususunda zaaf gösteren alaca dindarlara, dinî ilgisi kolektif dindarlığın yoğunlaşmasına vesile olan Ramazan ayı, bayramlar, mübarek geceler ile mevlit ve cenaze törenlerinde kayda değer artış gösteren mevsimlik dindarlara, dinî yaşantısını fiilî duruma göre düzenleyen oportünist (idare-i maslahatçı) dindarlara, dine karşı tamamen ilgisiz ve kayıtsız kalan insanlara (Günay, 1999: 260-261), dinî yaşantıyı ilâhî davete iman ve teslimiyetle bir mukabele olmaktan çıkartıp dünyevî mübadeleye tâbi kılan gösterişçi dindarlara ve hatta açıkça telaffuz etmemekle birlikte, “hakikat münkeşif olunca şeriat mürtefi olur” düsturuna inanan elitist müslümanlara rastlamak mümkündür.

Türkiye’deki dinî hayatın tezahürlerini daha genel düzeyde kategorize etmek de mümkündür. Şöyle ki Türkiye’nin kırsal kesimlerindeki insanlar ile gelir ve eğitim düzeyi alt ve orta seviyedeki şehir sakinlerinin dinî hayatları, geleneksel halk dindarlığı olarak tanımlanabilir. Teolojik konulara ilgisizlik, şekilcilik, taklitçilik ve ritüellere bağlılık, geleneksel halk dindarlığının en mümeyyiz vasıfları arasında zikredilebilir. Folklorik kültür içinde kökleşmiş ve kalıplaşmış unsurların hâkim olduğu bu dindarlık türünde, Kur’an ve Sünnet’le belirlenen hususların yanı sıra İslam ulemasının ürettiği bilgiler, tasavvufî motifler ve nihayet bir kısmı halkın kadim kültürüne uzanan, diğer bir kısmı da komşu kültürlerden tedarik edilen ve fakat zaman içinde dinî-İslâmî bir renge bürünen muhtelif inançların tezahürü olarak, sözgelişi, bir şişe sirkeyle Oruç Baba’yı ziyaret etmek gibi son derece ilginç pratikler de önemli bir yer tutar. Bununla birlikte, geleneksel halk dindarlığı içinde Sünnî ulema tarafından hurafe ve bâtıl itikat olarak tanımlanan unsurlara yer vermeyen bir dinî hayat tarzı da mevcuttur. Bunu, kitâbî düzeyde belli bir dinî bilgi ve kültür donanımına sahip olan zümrenin dindarlığı olarak kategorize etmek mümkündür.

Türkiye’de mevcut olan bir diğer dindarlık türü de dinin Tanrı ile kul arasındaki manevî bir bağ olduğu kabulünden hareketle, İslâmî öğretilerin ahirete müteallik işlere hasredilip umûr-ı dünyayı düzenleme işinin akıl ve bilime tevdi edilmesi gerektiği fikrini savunan laik veya daha doğru bir belirlemeyle laikçi dindarlıktır. Konjonktürel durum muvacehesinde geleneksel dindarlık ile laik[çi] dindarlık arasında gidip gelen bir diğer tür ise tranzisyonel dindarlık olarak tanımlanabilir (Günay, 1999: 263-264; Yapıcı, 2002: 86-87).

Öte yandan, Türkiye’nin batı ve güney şeridindeki dinî hayatın canlılık ve yoğunluk itibariyle orta, kuzey, doğu ve güneydoğu Anadolu’dakine göre daha düşük olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, dinî değer ve kavramlara değer atfetme söz konusu olduğunda, ülkenin her bölgesinde bazı müştereklerin mevcut olduğu da bir gerçektir. Mesela, İzmir üzerine yapılan bir araştırmadaki bulgulara göre şehir insanının en fazla hassasiyet gösterdiği dinî vecibe oruçtur. Hac ve zekât, ekonomik duruma bağlı ibadet türleri olduğu için, bunları ifa oranı daha düşüktür. Namaz konusunda ise daha ziyade ara sıra kılma ve Cuma namazına devam etme eğilimi hâkimdir (Köktaş, 1993: 211-212).

Buna benzer sonuçlara genellikle muhafazakâr insanların yaşadıkları şehirler olarak bilinen Konya, Erzurum ve Rize’deki dinî hayat üzerine yapılan çalışmalarda da ulaşılmıştır. Mesela, Konya ve Rize illerinde oruç tutma oranının son derece yüksek olduğu tespit edilmesine mukabil, sosyo-ekonomik duruma bağlı olan zekât ve hac gibi ibadetlerin, çok önemli sayılmakla birlikte daha az oranda ifa edildiği gözlenmiştir. Ayrıca beş vakit namazın sürekli veya kesintili şekilde kılınma oranının yüksek olduğu, Cuma namazlarına devamlılığın ise çok daha yüksek bir orana tekabül ettiği belirlenmiştir (Çelik, 2002: 222-242; Akdoğan, 2002: 237-238).

İlerlemeci görüşle birlikte işlev kazanan ve farklı toplumların kaderini birbirine bağlayan modernleşme sürecine bağlı olarak Türkiye’deki geleneksel normların büyük ölçüde değişmeye yüz tuttuğu görülmekle birlikte, dindarlığın bilhassa aile, ailevî ilişkiler ve eğitim gibi alanlarda hâlen etkili bir faktör olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nitekim dünyevîleşme oranının epeyce yüksek olduğu İzmir ve çevresinde bile çoğunluğun en azından mütemmim bir unsur olarak dinî nikâh yaptırma ihtiyacı hissetmesi ve çocuklarının din eğitimi almasını gerekli görmesi, bu gerçeğin en müşahhas delilidir. Buna karşılık, dindarlığın devlet, siyaset, ekonomi ve ticaret gibi alanlarda aynı ölçüde belirleyici olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Çoğunlukla müspet bir değer atfedilen zenginliğin elde edilmesinde sadece çalışmanın yeterli olmadığı, Allah’ın onu nasip etmesi gerektiği düşüncesi genel kabul görse de ekonomik ilişkilerde dindarlığın gerekli kıldığı davranış kodları etkin değildir. Bu yüzdendir ki, dindar insanın ticari hayatta dindar olmayana göre daha dürüst ve güvenilir olduğu fikri günümüz toplumunda pek fazla taraftar bulmamaktadır. Kısaca, ticari hayatta dinin etkin olması arzulanmasına rağmen pratiğin dünyevîleşme lehinde seyrettiği görülmektedir.

Dinin ekonomik ahlak alanında belirleyici unsur olmaktan çıkmış görünmesi bir yönüyle toplumda fıkıhçı ya da davranış düzeyinde takvadan ziyade fetvaya itibar edilmesini gerektiren ilmihal dindarlığının egemen olmasıyla, diğer yönüyle de Türkiye’nin modernleşme tarihinde ortaya konulan laiklik programıyla çok yakından irtibatlı bir olgudur. Zira Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinîliğin (İslâmîliğin), merkezî otoritenin dışına itilmesiyle başlayan süreçte, en azından halk arasında yaşadığı şekliyle İslam’ın kamusal alandaki tezahürlerinin bertaraf edilmesi amaçlanmıştır. Dinîliğin bu alandaki görünümlerini ortadan kaldırmaya yönelik bir dizi modern yaptırım talebinin daha çok seküler bir yaşam tarzını hedeflediğinde şüphe yoktur. Bunun içindir ki, laikleşmenin dinî kurum ve kuralların toplumdaki diğer etkinlik alanlarından izole edildiği bir sosyolojik süreç biçiminde algılanmasına paralel olarak İslam’ın özellikle eğitim, ekonomi ve siyasal alandan tecrit edilmesi ve dolayısıyla sadece bireyin vicdanıyla sınırlı bir manevî tecrübe olarak görülmesi için epeyce çaba sarf edilmiştir.

Bu bağlamda laik ve pozitivist değerler toplumsal ve kamusal alanda dinî değerlerin yerine ikame edilerek dinden doğan boşluğun doldurulmasına çalışılmıştır. Ne var ki Cumhuriyet’in kurucu elitine ait bu politika, tarihsel olarak çok derin damarlardan beslenen dinsel ve kültürel kodları çözüp eritmede çok başarılı olamamıştır. Aynı kurucu elit, kamusal hayattaki geleneksel değer ve sembollerin kendi doğal evrimi içinde değişmesine müsaade etmeyince, toplumsal bilinçte seküler normlara karşı bir reaksiyon oluşmuştur. Başka bir deyişle, toplum seküler normları kolayca özümseyememiş ve bu durum ahlâkî değerler bazında toplumsal bir erozyona yol açmıştır. Nitekim bugün Türk toplumunu ortalama bir Batı toplumuyla karşılaştırdığımızda, Türkiye’de büyük bir ahlâkî boşluğun, özellikle de ticaret ve iş etiği alanında endişe verici bir yozlaşmanın mevcudiyetini gözlemlemek mümkündür.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=514

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder