“Uluslararası İslam Üniversitesi” ya da “Ümmet Nasıl Kurtulur?” Projesi


“Uluslararasıİslam Üniversitesi” ya da “Ümmet Nasıl Kurtulur?” Projesi
(Bu yazı, 12 Ekim 2014 Pazar günü Star Açık Görüş gazetesinde yayımlanmıştır)
Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bugünkü tarihten on gün kadar önce Mekke’deki Hac İdare Merkezi’nde düzenlediği basın toplantısında Pakistan-İslamabat İslam Üniversitesi, Malezya İslam Üniversitesi, Medine İslam Üniversitesi, İran’ın Kum kentindeki Câmiatü’l-Mustafa Üniversitesi gibi yüksek dinî eğitim kurumlarında çağdaşmüslümanların yaşadığı sorunların üstesinden gelecek bilgi üretilemediği, bütün bu kurumlardan mezun olan ve “âlim” diye vasıflandırılan figürlerin sorunları çözmek yerine çok kere sorun ürettikleri tespitinde bulundu. Bu tespitine bağlı olarak, “Bugün yaşanan en büyük sorun,müslümanlar birbirlerine üzüntü, ıstırap ve şiddet taşıyor” serzenişinde debulunan Görmezsöz konusu sorunların çözümüne katkı sunacağı düşüncesiyle, İstanbul’daki 29 Mayıs Üniversitesi’nin“Uluslararası İslam Üniversitesi”ne dönüştürülmesine veDiyanet Vakfı marifetiyle bu projenin hayata geçirilmesine yönelik bir adım olarak YÖK’e başvurulduğundan söz etti.

Sayın Görmez’inmezkûr tespit ve serzenişi son derece isabetlidir; fakat bir o kadar da gecikmelidir. Zira isimleri geçen üniversitelerdeki hâkim İslâmî telakkilerin ve bu telakkiler çerçevesinde yetişen “âlim” unvanlı figürlerin sorun çözmekten öte, bizatihi sorun teşkil ettikleri gerçeği öteden beri bilinen ve fakat bugüne değin açıkça dile getirilmekten imtina edilen bir husustur. “Işid veBoko Haram gibi yapıları ortaya çıkaran sebepleri İslam dünyasının yeniden masaya yatırması gerekiyor. Bunun bir harici, bir de dâhili sebepleri var. Müslümanlar hep harici sebeplere vurgu yapıyorlar ama dâhili sebepleri ifade etmekten kaçınıyorlar” şeklindeki ifadelerinin de tanıklık ettiği gibi Görmez’in bugün böyle bir açıklamada bulunmasının özellikle Irak ve Suriye’de yaşanan kaos ve bu kaosta çok önemli rol oynayan Işid terör örgütünün kendini İslâmî referanslarla tanımlaması kuşkusuz önemli rol oynamıştır.

Bu durum, “Bir musibet bin nasihatten evladır” sözünü akla getirmekte ve Işid musibetinin modern dünyada İslam meselesiyle ilgili olarak en azından bizim için ciddi değerlendirmeler ve özeleştirilere vesile olacağı ümit edilmektedir. Gönül isterdi kiMedine İslam Üniversitesi ve muadillerinde nasıl bir dinî ve İslâmî anlayışın hâkim olduğu, bu kurumlardan mezun olan insanların özellikle şeriat kavramından ne anladıkları ve gerek akıl ile nakil, gerekse din ile hayat arasında nasıl bir bağ kurdukları gibi meseleler böyle bir musibetle karşılaşmadan önce masaya yatırılmış ve adamakıllı kritik edilmiş olsaydı; ama maalesef olmadı.

Bugün hayli geç ve gecikmiş olsa da gerek çağdaş dönem müslümanların din ve hayat algılarındaki arkaiklik ve anakronistiklik, gerekse birbirlerine karşı tutum ve davranışlarındaki tahammülsüzlük, acımasızlık ve şiddetseverlik sorununun en azından geniş ufuklu eğitim ve sağlıklı bilgi ekseninde bertaraf edilmesi yönünde “Uluslararası İslam Üniversitesi” projesinden söz edilmesi kuşkusuz sevindirici ve memnuniyet vericidir. Fakat bu projenin nasıl ve ne şekilde hayata geçirileceği,bundan daha da önemlisi istenen sonuçlarınhangi ölçüde tahsil edilebileceğimeselesi en azından benim zihnimde bir dizi şüphe, tereddüt ve endişenin doğmasına mahal vermektedir. Bu noktadaki temel şüphe ve endişem, “Uluslararası İslam Üniversitesi” projesinin program, müfredat ve ilmî/ akademik kadro açısından hangi İslam anlayışına göre tanzim edileceği sorusunun çok kolay cevaplanamayacağı vepratikte muhtemel cevaplardan belki de hiçbiri üzerinde geniş ölçekli bir mutabakat sağlanamayacağıdır.

Cumhuriyet Türkiye’sinin yakın tarihinde din ve dinî eğitimin sık sık rejim krizlerine dönüştürülmesi, bunun yanında Ankara İlahiyat Fakültesi’nin en başından itibaren bu krizlerin bir parçası ve yansıması olarak görülmesi, öte yandan Ankara İlahiyat çevresine izafe edilen “modernist yaklaşım” ile 1980 askeri darbesinden kısa bir süre sonrafakülte hüviyeti kazanan Yüksek İslam Enstitüleri’ndeki hâkim“gelenekçi anlayış”ın birbirine alternatif ve yeminli muhalif olması gerektiği yönündeki genel algı/olgu gibi hususlar dikkate alındığında, Uluslararası İslam Üniversitesi projesinin en başından kadük kalmasının çok uzak bir ihtimal olmadığı tespitinde bulunulabilir. Öte yandan, 2013 Ağustosunda YÖK marifetiyle İlahiyat fakültelerinde uygulanmak istenen müfredat değişikliğiteşebbüsüyle neyin hedeflendiğini bugün bir kez daha düşünmek ve bu bağlamda Medine İslam Üniversitesi veya Ortadoğu merkezli başka bir yüksek İslâmî eğitim kurumunda tespit edilen ve çözülmesi istenen problemlerin Türkiye için de pekâlâ söz konusu olduğunu, dolayısıyla başkasına çuvaldız batırmadan önce iğneyi kendimize batırmak gerektiğini de teslim etmek gerekir.
Yaklaşık on beş yıllık bir akademik geçmişten bugüne uzanan gözlemlerime ve bizzat yaşadığım tecrübelere istinaden diyebilirim ki günümüz Türkiye’sindeki İlahiyat birikimi ve bu alandaki din/ilim telakkisi büyük ölçüde skolastik karakterlidir ve bu karakteristik hâl-i hazırda tartışılmaz egemendir. Bu durumsebebiyle Uluslararası İslam Üniversitesi projesinin kendisine varlık kazandıracak problemleri çözme yolunda istenen neticeyi vermesizayıf bir ihtimal olarak görünmektedir. Samimi arzum ve isteğim, söz düzeyinde bile heyecan verici olan bu projedenihai hedefin gerçekleşmesidir; ama mevcut durumhedeflerin tutturulması açısından maalesef pek ümit vaat edici değildir. Daha açık söylemek gerekirse, günümüz Türkiye’sininbilhassa İlahiyat alanında söz sahibi olan İslâmî anlayış ve kavrayış tarzıözü itibariyle XVII. yüzyılın Osmanlı tecrübesinde önemli bir yer tutan ve isminiIV. Murad dönemindeki vaizlerden Kadızade Mehmed Efendi’den alan Kadızadeliler hareketiyle benzer özelliklere sahiptir.İbnTeymiyye’ninsistematize ettiği Selefilik ekolünden etkilendiği bilinen Mehmed Efendi ile dönemin tanınmış Halveti şeyhlerinden Abdülmecid Sivasiarasında ilkin“Eşyanın tesbihi hâl ile mi yoksa kâl ile midir?” gibi bir mesele etrafında fikrî olarakbaşlayan tartışmalar bilahare sosyal ve dinî hayat yanında devletin ana kurumlarını da etkisi altına alacak gelişmelere sebebiyet vermiştir. Kadızadelilerhareketi fikrî düzeyde derinlik ve yetkinlik sahibi olmadığı haldegerek aklî ilimlerin tahsili ve sigara/tütün, kahve içilmesi gibi şeyleri haram sayma anlayışı, gerek devlet adamlarını etki altına alması, gerekse muhalif çevreleridışlama ve karalama hususundaki başarısı itibariylegünümüzdekihâkimİlahiyat skolastisizminin etki gücünüanımsatmaktadır.

Kanımca, Uluslararası İslam Üniversitesi projesininbeklenen ve istenen neticeyi az çok vermesi için, öncelikle belli bir mezhebî yoruma eşitlenen temel dinî kabuller, kelamiparadigmalar, ilmî usuller ve ıstılahların baştan sona gözden geçirilmesi, bunun için de dinî ilimler sahasında bugünün ihtiyaçlarını karşılayacak yeni ve özgün metinler üretilmesi ve metin kanonizasyonlarının gerçekleştirilmesi gerekir. Kendi uzmanlık alanım olan tefsir bağlamında söylemek gerekirse, çağdaş tefsir tarihi edebiyatında kaziyye-i muhkeme gibi kabul edilen birçok tasnif ve tarifin gözden geçirilmesi ve değiştirilmesi elzemdir. Bu cümleden olarak, sözgelimi bir yandan Zemahşerî’ninel-Keşşâf adlı tefsir eserini doğrudan veya “Çaldımsa da miri malı çaldım” diyerekten bu eserin Sünnîleştirilmiş versiyonunu Beyzavi üzerinden dolaylı olarak tüketirken, diğer yandan tefsir tarihi edebiyatında Zemahşerî ve tefsirini “fırak-ı dâlle” kapsamında tasnif etmek gibi gayr-i ilmî ve gayr-i ahlâkî tutumlardan da derhal vazgeçilmesi gerekir.

Kişisel kanaatim odur ki Uluslararası İslam Üniversitesi projesi ilmî birikim, yetkinlik ve ürün düzeyinde olmasa bile geniş ufuk ve perspektifaçısından bir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazırprofili ortaya çıkarmayı mümkün kıldığı takdirde İslam ilim, kültür ve medeniyet mirasına çok büyük bir katkı sağlayacaktır. Projeyle ilgili bu beklentiyi Elmalılı üzerinden dile getirmemin sebebi, bir yönüyle Osmanlı’nın İslam ilim ve medeniyetine katkısını ve Osmanlı tecrübesine aitilmî-entelektüel İslami bakış açısını ortaya koymaya, diğerbir yönüyle de İslam âleminin bugün birbirine acı ve ıstırap taşımasının ardındaki problemli İslam algısının nereden kaynaklandığını bir ölçüde anlatabilmeye matuftur. Elmalılı Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde bugün kendisini İslam’a izafe eden birçok farklı grup, fırka, cemaat, tarikat veya hareket arasında derin ihtilaf ve çatışmalara sebep teşkil eden muhtelifgörüş, düşünce, ekol ve eğilime yer vermiş, dahası tümden retya da tümden kabul yerine muhakkik bir âlime yakışan bir tavırla birçok farklı dinî düşünce, ekol ve gelenekten istifade cihetine gitmiştir. Mesela, İhlas suresinin tefsirinde uzun uzadıya İbn Sina’yı konuştururken, kimi zaman Muhyiddînİbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışından, kimi zaman da Gazâlî’ninişrak felsefesine ve bu felsefenin vahdet-i vücut fikriyle bütünleştirilmesine vesile olanMişkâtü’l-Envâradlı risalesinden alıntılar yapmıştır. Yine Elmalılı,Fahreddîn er-Râzî’nin ansiklopedik hüviyete sahip tefsirinden alabildiğince istifade ederken, bu tefsirdeki hâkim Eş’ari bakış açısını ön plana çıkarmak yerine Ehl-i Sünnet’i şemsiye bir kavram olarak değerlendirmiş ve bunun bir yansıması olarak Selefiyye, Eş’ariyye ve Matüridiyye gibi mezhepler arasındaki iç ihtilafları dillendirmekten imtina etmiştir. Öte yandan Fîl suresinin tefsirinde gelenekçi çizginin çok sıkı bir temsilcisi gibi davranarak Muhammed Abduh’un yorumunu tahrifle eşdeğer sayarken, Hz. İsa’nın babasız olarak dünyaya gelişini, monomer bir hücreden teşekkül etmiş olabileceği şeklinde açıklamak gibi oldukça modern bir yoruma da imza atabilmiştir.

Bütün bu örneklerden hareketle Elmalılı’nın eklektik bir dinî düşünce ve tefsir anlayışına sahip olduğu söylenebilir ve bu eklektisizmin tutarlılık düzeyi kuşkusuz tartışılabilir. Ancak meselenin bu bağlamda önem arz eden boyutu tutarlılık ya da tutarsızlıktan ziyade, Elmalılı’nın İslam ilim ve kültür mirasından istifade tarzının bugün çok ihtiyaç duyduğumuz geniş ufuk ve perspektif hakkında güzel bir örnek teşkil ediyor olmasıdır. Aslında bu geniş perspektifliliközellikle Molla Fenari’denitibaren Osmanlı İlim ve medeniyetinde hep yaşayan bir damar olagelmiştir. Uluslararası İslam Üniversitesi projesinin az çok başarılı olması Osmanlı ilim mirasındaki bu damarın yeniden canlandırılmasına bağlıdır.Şayet Türkiye, Osmanlı mirası üzerine kurulmuş bir devlet olarak tıpkı geçmiş asırlardaki gibi bütün bir İslam dünyasının birlik ve dirliğini sağlamak veya en azından günümüz İslam dünyasındaki derin ihtilaf ve çatışmaları belli ölçüde sonlandırmak gibi bir hedef gözetiyorsa, evvel emirde kapsayıcı ve kuşatıcı bir İslami ilim ve medeniyet tasavvuru oluşturmak durumundadır. Zira ümmetin dağılmış koyunlarını toplamak ancak bu sayede mümkün olacaktır. Bugün hayata geçirilmesi planlanan Uluslararası İslam Üniversitesi’nde en azından İmam Buhari ve İmam Gazali’ye atfedilecek önem kadar İbn Sina ve İbnRüşd’e de önem atfedilmesi, keza Şafiilik ve Eş’arilik kadar da Hanefilik,Matüridilik ve hatta Mutezile üzerinde de emek sarf edilmesi zorunludur. Dahası, İslam dünyası ilim, kültür ve medeniyet açısından mesafe almak ve kendini daha ileriye taşımak için özellikle İbn Sina ve İbnRüşd’ünçok geniş ve derinlikli entelektüel dil dizgesini yeniden keşfetmek ve bu dil üzerinden ufuk/vizyon belirlemek gerektiğine kafa yormalıdır. 

Kaynak: http://www.haberci28.com/tr/yazigor.aspx?yazid=976

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder