Giresun ve Giresunlu Dostlarla İlgili İntibalarım

Bu seneki Giresun faslı da neredeyse sona erdi; sayılı gün yine çok çabuk geçti; bir aydan daha fazla bir süre sanki göz açıp kaparcasına geçip gitti. Yaş kemale erdikçe zaman sanki daha hızlı akıyor. Aslında zaman her zamanki zaman olarak normal akışında seyrediyor. Lakin biz yaşlandıkça zaman algımız ister istemez değişiyor. Çocuklar ve gençlere sorsanız, zaman belki de hiç geçmiyor, sanki uzadıkça uzuyor. Çünkü onlar için her gün birçok yeni şey keşfettiriyor ve idrak kadrajına giren her yeni şey zaman akışını yavaş hissettiriyor.

Buna mukabil orta ve ileri yaştakiler için her yeni gün, sanki bir dejavu gibi, geçmişteki günlerin tekrarı gibi yaşanıyor. Çünkü algı ve idrak kadrajına yeni veya sürpriz denebilecek türden şeyler pek girmiyor. Bu yüzden de günler mazidekilerin tıpkısı gibi hızla geçip gidiyor. Şimdiki zaman genellikle mazinin hemen hemen aynıyla tekrarı gibi yaşanarak tükeniyor. Bu arada beden motoru giderek tekleyip arıza veriyor ve arızalar çoğaldıkça hayat yaşanası olmaktan çok, katlanılası bir hâl alıyor.

Elli yıllık ömrümün yaklaşık ilk yirmi yılı Giresun’da, otuz yıllık kısmı ise büyük ölçüde başka şehirlerde geçti. Giresun’dan uzakta yaşadığım yıllarda memleket tutkum hiç eksilmedi. Hâliyle, istisnasız her yıl bütün iznimi sadece ve sadece memleketime hasrettim. Bodrum senin, Fethiye benim tarzında bir tatil kültüründen de hiç hazzetmedim. Bu yüzden, yıllardır Türkiye’nin güneyinde yaşamama rağmen Antalya, Muğla gibi illeri ve bu illerdeki meşhur tatil yörelerinden hiçbirini henüz görmedim; muhtemelen öldüğüm güne değin de görmeyeceğim. Zira bendeniz seyahati eziyetle eş tutan biriyim. Bu sebeple, sayısız insanın gidip görmek için belki de can attığı Amerika, Kanada, Avustralya gibi çok uzak ülkelerden gelen sempozyum, kongre, konferans davetlerini çoğunlukla geri çevirmekteyim. Buna karşın Giresun’a seyahat söz konusu olduğunda, seyahat eziyetinin bir tür zevke dönüştüğünü, yaklaşık bin kilometrelik yolda asfaltın bile Giresun istikametinde pek şirin gözüktüğünü itiraf etmeliyim.

Her sene Giresun’a geldiğimde ilk işim, Hatun Camii önünde arabayı güç bela bir kenara park etmeyi başardıktan sonra kadrolu balıkçılarımızın ekmek teknelerini açıp kreçe ve mezgitlerle selamlaşmak, ardından balığımızı, daha sonra da Solmaz Fırını’ndan koltuk ekmeğimizi tedarikleyip soluğu evde almaktır. Ancak hepi topu bir-iki kilometrelik bu mesafeyi kat edip eve ulaşmak bin kilometrelik yol yorgunluğuna muadildir.

 Daha açıkçası, Bulancak durağı ile yetmiş iki evler arasındaki kısacık mesafede motorlu araçlardan hiç sakınmayan, hatta yolun orta yerinde araçlara çarpmak ister gibi öylece duran birçok vatandaşla karşılaşmak vakâ-yı âdiyedendir. Belli ki vatandaşımız motorlu araç trafiği konusunda hayli evcilleşmiştir.

Diğer taraftan yine aynı mesafeyi doğal gaz veya başka bir vesileyle kazılan çukurlara düşmeden yahut seyyar satıcı tezgâhlarına sürtmeden veyahut şu veya bu sebeple trafiğe kapatılmış bir yol kesitine denk gelmeden kat etmek de ciddi başarı sayılabilir.

Uzun lafın kısası, Giresun’daki belediye, trafik, cadde, yol rezilliği maalesef hiç değişmemekte, aksine bu rezillik her geçen yıl daha da kesifleşmektedir. Hatta sırf bu yüzden Giresun, en azından benim için, “dışı seni, içi beni yakar” hâle gelmektedir.

Yol-iz meselesi bir yana, bu seneki Giresun önceki yıllara nispetle sanki daha neşesiz ve sessiz görünmektedir. Bunun kuvvetle muhtemel sebeplerinden biri, ülke siyasetindeki belirsizlik ve aynı zamanda terör meselesidir. Siyaset özelinde konuşmak gerekirse, Giresunlu dostlar ve ahbapların bir kısmı siyasetten sıdkı sıyrılmış görüntüsü vermektedir.

Ayrıca, son genel seçimdeki ciddi hasardan dolayı Giresun şehri iktidar siyasetçilerinin mutantan ziyaretlerinden şerefyâb olma imkânını da önemli ölçüde kaybetmiş hâldedir. Sonuçta birçok dost ve arkadaşın heyecan ve adrenalin seviyesi düşmüş, buna bağlı olarak da konuşmak yerine susmanın faziletli olduğu sanki bir kez daha keşfedilmiş, denilebilir.  

Diğer taraftan, özellikle AK Parti bünyesinde Giresun’un siyasi abisinin kim olduğu veya olacağı noktasında temerküz eden istifham ve ihtilaf zemini birçok kişiyi Kur’an’ın “müzebzebîne beyne zâlik” ifadesinde veya Muîtezile’nin “el-menziletü beyne’l-menzileteyn” ilkesinde az çok karşılığını bulan bir ikircikli ve mütereddit hâle sevk etmiş görünmektedir. Bu durum aynı zamanda çok kere tanık olduğumuz, hatta kimi zaman usandığımız siyasi teranelerin de önemli ölçüde azalması gibi iyi bir sonuç vermiştir.

Küçücük bir şehirde yerel siyasetin önemli ölçüde gündemden düşmesi, dostlarımız için hatırı sayılır bir boş zaman imkânı yaratmıştır; ama gördüğüm kadarıyla dostlar bu boş zamanı nasıl dolduracakları konusunda sıkıntı yaşamaktadır.

Denize gitmek, yaylaya çıkmak veya çay ocağı, park gibi yerlerde bir araya gelip iki çift lafın belini kırmak gibi alternatifler sonuçta birkaç gün içinde başlayıp son bulacak uğraşlardır. Bereket versin ki fındık işi var; bu vesileyle beş-on gün kadar bir süre can sıkıntısı yaşanmayacak, sonrasında ise izin bitip mesai başlayacaktır.

Giresun’da mukim pek çok dost ve arkadaşın yaşam tarzlarıyla ilgili genel intibam budur. Bu arkadaşların kapalı devre yaşantıları “Doğdukları Yerde Ölenler” şiirini hatırlatmaktadır. Bu güzel şiirin ilk ve son dörtlüklerinde şu mısralar yer almaktadır:

Bozkırda bir kasabadan geçerken

Tozlu yolda iki sıralı kahveler

Öyle sakin kıpırtısız

Otobüsü süzerler

Doğdukları yerde ölenler…

Dünya onlar için dönmez

Bilmezler yol yorgunluğunu

Sesleri yankı bulur 

Hep aynı kayadan, aynı saat diliminden

Düşlerinde Çin-ü Maçin’e giderler

Doğdukları yerde ölenler… 

Dört mevsim Giresun’da yaşayan ve maddi açıdan hâli vakti yerinde olan, muhtemelen az çok “Beyaz Türk” özentisi de bulunan bazı zevat ise “boş zaman”ı düşlerinde Çin-ü Maçin’e giderek değil, güney illerinde tatille harcamanın daha bereketli olduğuna inanmış durumdadır.

Bütün bunlara mukabil ne tuhaftır ki hemen hiç kimsenin okumak, yeni okumalar yapmak ve okudukları hakkında kafa yormak gibi bir entelektüel mesai sarfiyatı pek yoktur. Kendileriyle az çok hasbihal etme fırsatı bulduğum birkaç özel dostun dahi dinî, felsefi, edebî alanla ilgili yeni yayınlarla ilgili tek söz etmemiş olması veya söz konusu yayınların muhtevasına ilişkin bir bahis açmaması bu tuhaf durumla ilgili önemli bir kanıttır.

Muhtemeldir ki son bir ay içerisinde Giresunlu dost ve arkadaşlar özelinde tanık olduklarıma ilişkin bu intibalarım dahi bazı kişiler ve mahfillerce menfi olarak yorumlanacak ve daha önceki yazılarımızla ilgili olduğu gibi bu satırlarımıza da birtakım kulplar takılacaktır.

Kimi arkadaşlar hususen Giresun’daki siyasi mecraya dair yazıp çizdiklerimin tarafgir olduğu değerlendirmesine binaen söz konusu yazıların bize birçok gıyabi hasım kazandıracağı ve bu durumun itibar kaybına yol açacağı ihtarında bulunmaktadır. Yine aynı arkadaşlar, yuvarlak veya yumuşak cümlelerle orgazine edilmiş yazıların hayrımıza olacağı ve tür yazıların bize âkil adam statüsü kazandıracağı imasında da bulunmaktadır.

Ancak unutmamak gerekir ki bîrataf olan, bertaraf olur. Herkesin hocası olmaya çalışan ise sonuçta “hiç kimsenin hocası” unvanına hak kazanır. Kaldı ki Giresunlu dostların her biri yeterince âkil olduğundan, ne Şeyh Edebâli gibi umur görmüş bir arife, ne de yüksek veya düşük profilli bir akıl hocasına ihtiyaçları vardır. Üstelik insanlar kimi zaman boylarından poslarından müşteki olsalar dahi akıllarından hep memnundur.

Hâsıl-ı kelam, biz herkese dost, herkese yaren olmak kaygısından bağımsız olarak, doğru bildiğimizi köşeli ifadelerle dillendirmek, düşündüğümüz ve hissettiğimizi hazifsiz olarak satırlara dökmek hususunda ısrarcıyız. Yazıp çizdiklerimiz hakkında kimin ne dediği veya ne düşündüğü meselesini pek umursamayız. Kaldı ki biz fazla ihtiyatlılığın ilm-i siyasetten ziyade ya cesaretsizlik ya hesâbîlik veya ikbal beklentisi ile ilintili bir tavır olduğu kanısındayız.  

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 17.08.2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder