İnsan, Ahlâk ve Sorumluluk

Kur’an, insanoğlunun yeryüzünde gerçekleştirmekle yükümlü olduğu emr bi’lma’rûf, ıslah, adalet gibi ahlâkî hedefler ve ideallerden söz ederken, bu temel hedeflerin önündeki engelleri aşma hususunda her insan tekini yetkin/yeterli bir varlık olarak tanımlar. İnsanoğluna nispet edilen “halifelik” (Bakara 2:30) ve “emaneti üstlenme” (Ahzâb 33:72) rolleri de tam olarak bununla alakalıdır. Birçok ayette Hz. Peygamber’in azılı düşmanlarından birine atıfla zikredilen “el-insan”ın tuğyan ve istiğna halleri dahi söz konusu yetkinlik ve yeterliliği kanıtlar. İnsanoğlunun gerek ahlaki sorumluluklarını yerine getirme, gerekse yeryüzündeki “ma’rûf” ideallerini gerçekleştirme yolundaki engelleri aşma hususunda yeterli donanıma sahip bir varlık olduğuna ilişkin en güçlü delillerden biri, Kur’an’ın “kâfir/nankör insan” tipolojisine ilişkin şu tanımlamasıdır: “Biz insanı zorluk ve sıkıntılarla baş edebilecek güçte yarattık. (lekad halaqne’l-insâne fî kebed). Biz insana böyle bir kudret verdik diye o [nankör insan] maddi gücüne güvenip de, ‘Kimse benim bileğimi bükemez!’ diye mi düşünür?! Üstelik ‘Yığınla servet harcadım’ diye övünür. O, kimsenin kendisini görmediğini mi sanır?! Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi?! Yine ona eğri ve doğru yolu göstermedik mi?! Ne var ki o, sarp yokuşu aşamadı, aşmaya çalışmadı…” (Beled 90/4-11).

Tefsir kaynaklarında Velîd b. Muğîre veya Ebü’l-Eşedd künyesiyle tanınan bir müşrik hakkında nazil olduğu belirtilen bu ayetler insanın yetkinlik ve yeterliliğini, devamındaki ayetler ise ahlaki sorumluklarının gereğini anlatır. Hâl böyleyken, temel amacı tarihsel varlık sahnesindeki ahlaki görev ve sorumluluklarını ifa yolunda insanoğluna rehberlik olan Kur’an ifadeleri gelenekte adeta tersine çevrilerek insanı, özellikle de mümin insanı anlamsız bir tevekkül, teslimiyet ve şahsiyetsizliğin kucağına itecek yorumlara maruz bırakılmıştır. Bilindiği üzere kesin bir güven/itimat duygusuyla Kur’an vahyini ve Hz. Muhammed’in risaletini kabul eden her insan mümin ve müslüman olur.

Mümin olmak her şeyden önce ahlak insanı olmaktır. Burada sözü edilen ahlak, başta varlığımızın kaynağı Allah ile ilişki biçimimiz olmak üzere tabiat, toplum, siyaset, ticaret gibi tüm alanları kuşatan, dolayısıyla çok boyutlu olarak hayata yansıyan huylar ve davranışların genel adıdır. Ahlak tek başına nötr bir kavramdır. Başka bir ifadeyle, ahlak iradeli davranış olarak hem fazilete (hüsn-i huluk, ahlak-ı hamîde) hem rezilete (sû-i huluk, ahlak-ı zemîme) açıktır. Bu yüzden, “ahlak”ın birkaç kritik boyutunu tartışmakta fayda vardır.

Ahlak her şeyden önce iyi-kötü, sorumluluk, özgürlük gibi kavramlarla birlikte değerlendirilmesi gereken bir konudur. Çünkü iyi ve kötünün kaynağı, iyi ve kötünün hangi ölçüte göre tanımlandığı gibi kritik meselelerle ilgili bakış açımız sorumluluk anlayışımızı, sorumluluk anlayışımız ise ahlâkî tutum ve davranışlarımızı oluşturur. İslam düşünce geleneğinde muhafazakâr kimlikleriyle tanınan Selefiyye ve Eş’ariyye ekollerine göre iyi ve kötü (hüsün ve kubuh) şer’î/dinî kaynaklı olup bir şeyin iyi ve kötü olduğu ancak dinî bildirimle öğrenilebilir. Dolayısıyla bir fiil Allah tarafından emredildiği için iyi, yasaklandığı için kötüdür. İyilik ve kötülük bir fiilin mahiyetine ve kendisine ilişkin aslî bir vasıf değildir.

Buna mukabil Mu’tezile ve Mâtüridiyye ekolleri ile İslam filozofları nazarında iyi ve kötü aklen bilinebilir. Dolayısıyla bu iki vasıf fiillerin mahiyetine ve zatına aittir. Bu iki farklı görüşten ilki, din gerçeğini haber ve eserden (nakil) ibaret kabul ettiği için, bütün bir varlığı ve hayatı sınırlı sayıdaki nassa bakarak okumak zorundadır. Böyle bir okuma tarzı nassın mutlak otoritesi karşısında insan iradesini ve özgürlük alanını hayli daraltır ve bu durum farkında olunmaksızın sorumluluk duygusunu da azaltır. Gerçi her türlü değerin kaynağını dine bağlamanın arka planında Allah’ın mutlak kudret ve otoritesine toz kondurmama niyeti söz konusudur; ancak burada önemli olan husus, niyetten ziyade, ortaya çıkan sonuçlardır.

Mutlak kudret eksenli Allah tasavvuru, ister istemez ilâhî irade karşısında insanoğlunun iradesini sıfırladığı algısına yol açmakta, bunun neticesinde kendini gösteren eziklik ve şahsiyetsizlik ise fikrî ve amelî kötürümlük diyebileceğimiz bir tembellik ve miskinlik tecrübesine müncer olmaktadır. Oysa Ra’d 13:11. ayette, mealen, “Bir toplum kendini değiştirip dönüştürmedikçe Allah o toplumu durduk yerde değiştirip dönüştürmez.” denilir. Değişme ve dönüşme çift yönlüdür; iyi yönde olabileceği gibi kötü yönde de olabilir. Ancak bundan daha önemlisi, ayette değişimin öncelikle insandan sadır olan bir fiil olarak belirtilmesi, yani ilk adımın insan ve toplum tarafından atılması gerektiğine dikkat çekilmesidir ki bu husus, “Bizim (tevhid davamız) uğrunda çalışıp didinen kimseler var ya, işte biz onları [salah ve felah] yollarımıza eriştiririz. Şüphesiz Allah güzel fiiller segileyen kimselerle beraberdir.” mealindeki Ankebût 29:69. ayette çok daha açık biçimde ifade edilir.

Bunun gibi birçok ayette de hidayetin durduk yere Allah tarafından zembille indirilen bir şey olmadığı, bilakis öncelikle insanın irade ve azmiyle ortaya çıktığı belirtilir. Bu açıdan bakıldığında, âhir zamanda zuhur edip yeryüzündeki tüm kötülükleri silip süpürecek bir kurtarıcı (muntazar mehdi) inancının Kur’an’la bağdaştırılmasının imkânsızlığını tartışmaya hacet yoktur. Böyleyken, günümüz İslam dünyasında giderek yaygınlaşan apokaliptik (Mehdici, Mesihci, Deccalci) din söylemlerinin ahlaki sorumluluk alanında ciddi enfeksiyonlar oluşturduğu kuşkusuzdur. Nitekim mesiyanik karakterli FETÖ’nün dinî alanda yarattığı müthiş hasar ve ortaya çıkardığı ağır toplumsal maliyet ortadadır. Bütün bu söylediklerimize karşıt argüman olarak Hz. Peygamber’e izafe edilen birtakım rivayetlerden hareketle “beklenen kurtarıcı inancı”nın sünnetle sabit olduğu söylenebilir. Ancak böyle bir argüman Allah ile Hz. Peygamber’i karşı karşıya getirmek, dolayısıyla Hz. Peygamber’i Kur’an’ın sarih beyanlarına rağmen kendi bildiğini okumakla itham etmek gibi çok tehlikeli bir sonuca götürebilir.

Bu bağlamda, Allah’ın dilediğini hidayete, dilediğini dalalete sevk ettiğini bildiren ayetler de karşıt argüman olarak öne sürülebilir. Ancak kâinattaki her olayın faili olarak doğrudan doğruya Allah’ı gösteren ayetler de dâhil, zahirî mana itibarıyla beşerî iradeyi nefyeder görünen tüm Kur’an ifadeleri Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında tartışılan ef’âl-i ibâd (kulların fiilleri), kader, kaza gibi teolojik meselelerden ziyade, hem ulûhiyet hem rubûbiyet noktasında tevhid ilkesini pekiştirmeye yöneliktir. Bu sebeple, “Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini dalalette bırakır.” mealindeki ayetleri, “Allah dileyen kimseyi hidayete ulaştırır.” şeklindeki operasyonel te’viller ve palyatif çözümlere kurban etmemek gerekir. Çünkü söz konusu ayetlerin asıl sevk sebebi, her yönüyle tevhidin pekiştirilmesi ve şirkin tümden reddedilmesidir ki tarihî süreçte ortaya çıkan kelâmî ve felsefi problemlerin yükünü Kur’an’a taşıtma alışkanlığından vazgeçmek gerektiği bu vesileyle not edilmelidir.

Başta Allah’la ilişkimiz olmak üzere insan, toplum, söylem, eylem gibi birçok konuda sorumsuzluğu huy edindiğimizde kuşku yoktur. İşin en acı tarafı da sorumsuzluğumuz ve vurdumduymazlığımızı sık sık dine refere ediyor olmamızdır. Oysa Hz. Peygamber, “Sizden biri herhangi bir kötülük ve çirkinliğe (münker) tanık olduğu zaman, gücü yettiği takdirde onu fiilen düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse buğzetsin ki bu da (mümin için) olmazsa olmaz mesabesindedir.” (Hadisin farklı varyantları için bkz. Müslim, “İman” 78, “Salât” 232, Nesâî, “İman” 17; İbn Mâce, “İkâme” 155, “Fiten” 20) buyurmak suretiyle “münker”in öncelikle ve özellikle fiilî dua (amel/iş/edim) yoluyla bertaraf edileceğine atıf yapmıştır. Allah’a dua ağdalı retorikle değil, fiille sabit olur ve Allah katında da bu minvalde karşılık bulur.

Günümüz İslam dünyasının genel ahlak endeksi/karnesi meselesine gelince, kendi şahsımı da dâhil ederek söylemeliyim ki başta Allah olmak üzere insan, toplum, dünya ve eşya ile çok boyutlu ilişkilerimizle ilgili genel ahlak endeksimiz iç açıcı olmadığı gibi istikbale dair umut verici de görünmüyor. İslam düşüncesinde, en azından Sünnî-Eş’ârî gelenekte kabul gören hüsün-kubuh anlayışında ahlakın kaynağı vahiy/din kaynaklı olmasına ve bilhassa günümüzde israf sınırlarını zorlayacak düzeyde din referanslı konuşulmasına rağmen ahlaki kemal istikametinde mesafe almak şöyle dursun, belirgin bir çürüme hâlinde olduğumuz aşikâr görünüyor. Bu hâl yapısal bir probleme işaret ediyor. Kanımca, problem öncelikle Allah-kul ilişkisinde kendini gösteriyor.

Gözlemlerimden hareketle diyebilirim ki birçoğumuz, farkında olarak ya da olmayarak, Allah’a ibadette mükâfat beklentisi ve/veya azap endişesini esas alıyor. Böyle bir ibadet anlayışı ister istemez ivaz-garaz, fayda-çıkar mantığını üretiyor. Fıkıh geleneğindeki ağır formalizm de bu sakatlığı besliyor. Diğer taraftan, sağlam bir itimat/güven duygusu, derûnî bir keşif olan iman ise genellikle itikatla (akâid) özdeş zannediliyor. Hâliyle, insanın derûnuna işleyen ve pekâlâ artıp eksilen bir kalbî amel olmaktan çıkıp, salt zihinde yer eden ve gerektiği zaman ruhsuz biçimde dile getirilen bir klişeye dönüşüyor; ama maalesef insanı dönüştürmüyor, ahlâkî sorumluluk duygusu üretmiyor. İtikat denen şey çok kere aynı dinin mensuplarını birbirine karşı provoke eden kullanışlı bir aygıt işlevi görüyor.

Öte yandan, din genellikle ontolojiden ziyade, epistemolojinin konusu gibi algılanıp kavranıyor. Hâliyle, dinî bilgi sahibi olmanın ve bu alanda konuşmanın şehveti, dinin her şeyden önce varlık ve varoluşla ilgili olduğu gerçeğinin gözden kaçırılmasına ve meselenin bu yönüyle kavranmasını sağlayan duygu dünyasının kararmasına yol açıyor. Din duygusal boyutundan arındırılmış ve kuru bilgiye (malumata) dayandırılmış bir konu olarak kavrandığında, huzur ve dinginlik vesilesi olmaktan çok, kavga gürültü enstrümanına dönüşüyor. Çünkü kuru bilgiye dayalı din ve dindarlık çoğunlukla ideoloji üretiyor.

Din referanslı ideoloji üretmenin tarihî tecrübedeki en tipik örneği kelam ve akaid geleneğidir. Bu gelenekteki dil dizgesi bir taraftan kendi ideolojisini biricik hakikate ve/veya “murad-ı ilahî”ye eşitlerken, bir taraftan da muhalif fırkalar ve ekolleri “ehl-i bidat ve dalalet” diye kategorize etmektedir. Bu konuda söylediklerimiz Eş’ariyyesinden Mu’tezilesine, Selefiyyesinden İmâmiyye Şiası’na kadar tüm kelâmî-itikâdî mezhepler/ekoller için geçerlidir. Günümüz İslam dünyasındaki müslümanlar arasında baş gösteren din referanslı ihtilaflar ve tartışmaların genellikle dindarlık ölçümleriyle neticelenmesi de maalesef bu kıyıcı dilden beslenmektedir.

Ne var ki Schopenhauer’in Din Üzerine adlı eserindeki diyaloglarda Philathes’in Hıristiyanlık tecrübesine atıfla söylediği şeyler biz müslümanları da maalesef yakından ilgilendiriyor. Schopenhauer özet olarak şöyle diyor: Genel olarak Tanrı’ya karşı vecibelere dâhil edilen şeyin (ahlâkî sorumlulukla edip eylemenin), insanlığa karşı görevler kapsamından ihraç edildiği söylenebilir; çünkü insanlara karşı iyi davranma lüzumunu Tanrı’ya yaltaklanmayla telafi etmeye çalışmak çok kolay ve kestirme bir yoldur. Dolayısıyla bütün çağlarda ve ülkelerde çoğunluğun, istediği şeyi güzel işler yaparak hak etmek yerine yalvarma ve yakarmayla elde etmeyi çok daha kolay bulduğunu görürüz. Her dinî gelenekte ilâhî iradenin insanlardan beklediği şeylerin başında ahlâkî fiillerden ziyade itikat, tapınak törenleri ve çok çeşitli ritüellerin geldiği kabul edilir. Bu ilk başta göze çarpan bir keyfiyettir… Neticede rahipler (din adamları) tanrılarla ilişki kurmada neredeyse rüşvetle satın alınabilir birer aracı kurum haline gelmiş kimseler izlenimini verir. Hatta bu işler bu kadar çığırından çıkmasa bile yine de şunu sormak gerekir: Mensupları veya müntesiplerince, dinî vecibeler ve ibadetlerin ahlâkî davranış için en azından kısmî bir ikame olarak görülmeyen din nerededir?

Genel olarak şu veya bu dine mensup insanlar, din ve dindarlık konusunda hem nasıl davranmaları gerektiği gibi davranmamakla hem de olunmaması gerektiği gibi olmakla tebarüz etmektedir. Bu yüzden, insanların her şeyden önce aslî tabiatlarını ve iç dünyalarını değiştirmek zorunda olduklarını bilmeleri gerekir. İnsanın din ve dindarlık da dâhil temel ihtiyacı derindedir ve bu ihtiyaç hemen tamamıyla ahlakla ilgilidir. Ahlaki boyutu göz ardı edilmiş, buna karşılık formel ritüel ve retorik boyutları güçlendirilmiş din ve dindarlığın ahlak bozucu olduğu bile söylenebilir. Nitekim genel ahlak anlayışımızın söylem düzeyinde transandantal (aşkın, ulvî) referanslı olmasına rağmen pratikte basit yararlar ve çıkarlar karşısında kırılganlık arz ettiği şüphesizdir. Oysa ahlakta karşılıklılığa yer yoktur, olmamalıdır. İnsan kendisine uygun bir mukabelede bulunulsun diye ahlaklı davranmamalı, ahlâkî ilişkide koşulsuz sorumluluğu esas almalıdır. İsmet Özel’in ifadesiyle, her şeyden önce insan teki olarak ne yapıp ettiğimize bakmak, sonra yapıp etiğimiz şeyin mahiyeti ve keyfiyeti üzerinde açıklığa varmak ve nihayet yaptığımızı sahiden yapmak lazımdır. Bundan ötesi laf ü güzaftır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - Ocak 2017 / Sabah Ülkesi Dergisi

* Bu yazının da yer aldığı derginin 50. sayısının tamamına göz atmak için: buraya tıklayın!
* Yazının PDF hâlini indirmek ya da okumak için: buraya tıklayın!

1 yorum:

  1. Hüseyin Karaaslan10 Ocak 2017 23:03

    Aynada kendimizi görmekten ziyade, aynadakinin bize nasıl baktığını tefekkür etmek. Aynayı kalbimiz kabul edelim.

    YanıtlaSil