Hz. Musa ve Çoban Hikâyesi


Birkaç gün önce, ilâhî isim ve sıfatlarla ilgili ayetler üzerine çalışmaya çalışıyordum. Daha açıkçası, söz konusu ayetlerin kelam ve tefsir tarihinde çok farklı yorumlara konu olduğu, birçok itikâdî mezhep ve ekolün bu tartışmalı konu üzerinden birbirlerini Mücessime, Müşebbihe, Haşviyye yahut Cehmiyye, Muattıla, Zanâdıka gibi zem sıfatlarıyla yaftaladığı, fakat sayısız kaynakta geçen, “Kulum beni nasıl biliyor ve tasavvur ediyorsa, ben öyleyimdir” (ene inde zanni abdî bî)  şeklindeki “kutsî” hadis dikkate alındığında, bu tartışmaların anlamsız, zem yaftalarının da çok insafsız olduğu düşüncesini satıra dökmeye çalışırken telefonum çaldı. Telefondaki zat, “Sizin telefonunuzu üniversiteden aldım” dedi ve doğrudan doğruya konuya girip şöyle dedi: “Bir videonuzda Hz. Peygamber ve sahabe devrinde ilâhî isimler ve sıfatların bugünkü yaygın inanış ve anlayışımızdan çok farklı şekilde tasavvur edildiğini söylüyorsunuz; bu minvalde söylediklerinizin belgesi, delili var mı?” 

***

Ben de bu soruya cevaben İbn Hanbel, Dârimî, İbn Ebî Hâtim, İbn Huzeyme gibi Ehl-i hadis ekolünün önde gelen isimlerinin Cehmiyye ve Mu’tezile’ye reddiye olarak yazdıkları eserlerdeki yüzlerce hadis ve haberin mevcudiyetinden söz ettim, ardından şu mealde şeyler söyledim: Allah’ın isim ve sıfatlarını herhangi bir itikâdî mezhep veya ekolün kabullerine uygun şekilde algılamanız en nihayet te’villi ya da te’vilsiz bir kanaatten ibarettir. Asıl mesele, Allah’ın isim ve sıfatlarıyla ilgili nassları kendi zihnimizde ya da kalbimizde nasıl bir tasavvur kalıbına döktüğümüz meselesinden öte, kendisine iman ve teslimiyet sözü verdiğimiz Allah’ın buyruklarına sadakat gösterip göstermediğimiz, dolayısıyla kendimizi adam edip etmediğimiz meselesidir. 

Telefondaki zata bu minvalde çok şeyler anlattım, ama sanırım meramımı tam olarak anlatmayı başaramadım.  Konuşma esnasında Mevlânâ’nın Mesnevî’sindeki Hz. Musa ve Çoban hikâyesi aklıma geldi; ama muhatabımın zihindeki fikir iğnesi, “Allah cisim mi değil mi?” çiziğine takılı olduğundan, bu hikâyeyi anlatmanın da pek faydalı olmayacağı kanaatine vardım. Dinî alanda çoğu kez meselenin lübbüne/özüne değil de kışrına/kabuğuna kafa yorduğumuzun en tipik örneklerinden biri olan bu esmâ ve sıfat bahsine dair hem geniş bir perspektif sunacağı hem de kıssadan hisse olacağı ümidiyle Musa ve Çoban hikâyesini kısmî ihtisarlar ve minik tasarruflarla burada paylaşmayı arzuladım.        

Bu hikâye Allah tasavvuru konusunda anlatmaya çalıştığımız düşünceyi, yani bir mümin ihlas ve şükran duygusuyla Allah’a bağlandıktan sonra, kendi mahrem dünyasında O’nun isim ve sıfatlarını nasıl algıladığı meselesinin dinî-ahlâkî yaşantının kıvamı açısından pek ehemmiyet arz etmediği düşüncesini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Mevlânâ, Hz. Musa’nın kendi hâlinde ve kendince Allah’la konuşan bir çobana rastlamasıyla başlayan hikâyeyi şöyle kurgular: 

Hz. Mûsâ bir gün bir çobana rastladı. Çoban şöyle seslenip duruyordu: Ey kerem sahibi Tanrı! Nerdesin ki sana kul, kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Ulu Tanrı, sana süt ikram edeyim. Elceğinizi öpeyim, ayacığını ovayım… Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yâdınladır Tanrım!”

Çoban, işte bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa, “Sen kiminle konuşuyorsun?” diye sordu. Çoban, “Bizi yaratan, işte bu yeri ve göğü halk eden Tanrı’yla…” diye cevap verince, Musa şöyle dedi: “Vah vah, sen sersemleşmişsin. Daha müslüman olmadan kâfir oldun. Bu ne saçma söz, bu ne küfür! Ağzına pamuk tıka… Küfrünün pis kokusu dünyayı sardı. Küfrün din kumaşını yıprattı. Çarık, dolak ancak sana yaraşır. Tanrı’nın her şeye kâdir, her hususta adil olduğunu biliyorsan, nasıl oluyor da bu tür hezeyanlar ve küstahlıklara cüret ediyorsun? Sen bu sözleri kime söylüyorsun? Amcana, dayına mı? İlâhî sıfatlarda cisim sahibi olmak ve ihtiyaç sahibi olmak gibi bir şey var mı?”

***

Çoban bunca kınama ve paylama üzerine, “Ya Musa, ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın” dedi, ardından elbisesini yırtıp yana yana bir ah çekti ve başını alıp çöle doğru çekip gitti. Derken, Tanrı katından Musa’ya şöyle bir vahiy geldi: “Kulumuzu bizden ayırdın. Sen kavuşturmaya mı geldin yoksa ayırmaya mı? Ben herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona özgü olan söz, sana yergidir. Yani ona göre bal, sana göre zehirdir… Hintlilere Hintlilerin sözleri medihtir, Sintlilere Sintlilerin. Onların tesbih ve tenzihleriyle ben münezzeh ve mukaddes olmam. Biz dile, söze bakmayız; kalbe ve hâle bakarız. Gönül huşu içindeyse o gönüle bakarız, isterse sözünde zül ve inkiyad olmasın…

Prof. Dr. Mustafa Öztürk - 10 Şubat 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder